« AĞAÇKAKAN ÇİZGİSİNE BİR ELEŞTİRİ... |
1997 Sonunda Türkiye'de Sosyal Demokrasinin Gündemi
Yazılar, Siyasi İçerikli Yazılar
1997 Sonunda Türkiye'de Sosyal Demokrasinin Gündemi |
||||
|
1997 SONUNDA TÜRKİYE’DE SOSYAL DEMOKRASİNİN GÜNDEMİ |
...
O nedenle siyasetle yoğun olarak meşgul olduğum sıralarda, “sosyal demokrasi” deyimi yerine (“demokrasi” sözcüğünü de hala “Türkçeleştirememiş olmamız kusuru” ayrıca saklı olarak), “çağdaş toplumcu demokrasi” deyimini yeğledim.
*
İkinci bir husus, doğrusu Türkiye’nin geçen yıllar boyunca gündeminin çok değiştiği kanaatinde değilim ki, bırakın başını sonunu, münhasıran, “1997’ye ilişkin bir sosyal demokrasi gündemi” belirleyebilelim.
*
Basınıyla , üniversitesiyle, siyasileri ve düşünürleri ile hemen herkes birşeyler söylüyor, yazıyor; bunların pek çoğu ayrıca kuşkusuz, gayet yararlı ve saygıdeğer. Nedir ki özellikle SHP ve CHP örgütlerini içinden gözlemleme şansına sahip olduğum birkaç yıl boyunca, siyaset söylemleri ve toplum gerçekleri arasında derin uçurumlar bulunduğunu, şaşkına dönerek izledim.
Bir defa sahnede, bir bakıma “fiktif” bir siyaset söylemi bulunuyor. Ayrıca siyaset mutfağının aşçıları (saygıdeğer birikimleri, iyi niyet ve gayretleri saklı olarak), sanki, ne denli özlenir olursa olsun, pek kitabi bir dünyada yaşıyorlar.
Oysa “gerçek”; dışarıdaki, şu toplantımızın yapıldığı yerin, hepsi hepsi, birkaç yüz metre uzağından başlayıp, derinliklerinde, anlaşılması iyice zorlaşan, toplum ve siyaset anaforları, ilk algıladığımız görüntülerden çok daha değişik manzaralar, sırlar, saklıyor.
Bakın çarpıcı bir örnek vereyim. Küçük Armutlu, Bebeğin yanındaki mahalle. Kuruluş tarzı ve anatomisi beni büyülüyor.
Küçük Armutlu
Siyasilerin uğraşı, biliriz ki dönüp dolaşıp, vaatlere dayanır. Olayların önüne düşüp, en pembe vaatleri, en “gerçekmiş” gibi sıralayanların,demokrasilerde öne çıkma şansları, bir süre için olsun, yüksektir.
Söylemek istediğim şu ki, en aklı evvel, en fantezik (“üfürebilen” demeyeyim de), düşünebilen siyasetçilerimizin düş dünyaları bile, Küçük Armutlu olgusunun geride kalmıştır.
Kim gidip, yıllar önce, Malatya’da, Tunceli’de, Sivas’ta.
- Ey ahali; size; İstanbul’da Bebek’te değil ama, onun hemen yanıbaşındaki koyda; deniz kenarında değil ama, Boğaz manzaralı; villalar değil ama, arsası bedava, iki katlı, üç katlı, dört-beş-altı katlı evler vaadediyorum, haydi koşun, gidin sahip olun, demeyi, aklının kenarından geçirebildi?
Ama Küçük Armutlu gerçeği, ayrıca yalnız İstanbul’da değil. Akdeniz ve Ege dahil, Türkiye’nin hemen tüm kıyı koridorunda, benzeri yüzlerce ve yüzlerce gerçekten biri olarak, yaşandı.
Hemen herkes gibi, bakakaldık.
Türkiye’deki insan hareketleri konusunda “siyaset söylemi” de kanımca çok yaya kaldı.
Yıl sanırım 1990. SHP İstanbul İl Yönetimi’ndeyim. Genel Başkan, Erdal Hoca (Sayın İnönü). Ara ara onu karşılıyor, geçiriyoruz. Bir seferinde Havaalanı’ndan yola koyulduk. E6’dan Bebeğe gidiyoruz. E6’nın iki kenarında hummalı bir faaliyet, inşaat, inşaat, inşaat. Zaten oradan her gün geçseniz bile, manzara, “Borsa” gibi değişiyor. Bırakın orayı, o sıra E6’nın İstanbul’dan Ankara’ya yönelik bağlantısı inşa halinde ve daha trafiğe açılmamışken bazan büyük bir merakla, grayderlerin gidip geldiği yola dalıyor, onlarca kilometre ilerliyorum ve (daha olmayan yolun) iki kenarında, hem de karda kışta kıyamette, oralarda yol yok iz yokken, inanılmaz biçimde, pıtırak gibi büyüyen inşaatlara bakakalıp, şaşkına dönüyorum. Bütün birikimlerimle oralarda ne olmakta olduğunu anlamaya çalışıyorum. Bir yandan da düşünüyorum; bizim hangi söylemimiz buradaki devinimi kapsıyor veyahut bu devinimi meydana getirenlere birşeyler anlatıyor acaba? Serinletici bir cevap, katiyen, bulamıyorum. İşte o günlerden birinde, dediğim gibi, Erdal Hoca ile Havalimanı’ndan dönüyoruz.
Erdal Hoca’ya yolun iki kenarında görüntü alanımızı biteviye tırmalayan görüntüyü gösterip, sordum:
- Bundan bir şey anlıyor musunuz?
Kıvrak zekasıyla ne demek istediğimi derhal kavrayıp, dudaklarını bitiştirerek, başını yukarı doğru kaldırmak suretiyle, sessiz bir “Hayır” deyiverdi!
*
Türkiye’de için için bizim tam anlamadığımız, onun için de söylemimize pek gelmeyen birşeyler oluyordu.
Diğer bir nokta olarak, işte bunu belirtmek istedim, biz Türkiye’deki dinamikleri, “insan hareketlerini” çok iyi kavrayamıyoruz, hissindeyim. Böyle olunca da (fevkalade derin olmakla beraber) çoğunlukla tercüme kavramlar ve tercüme bir literatürle, kendimizi etkin biçimde tasvir edemiyoruz, tam istediğimiz yere varamıyoruz, diye düşünüyorum.
Bence, en önce bir analiz (çözümleme) yetmezliğindeyiz.
*
TÜSES yöneticilerinin, bu toplantıya ilişkin düşünceli çağrılarında dile gelen ve bizlerin öncelikli olarak meşgul olmamız gereken, seçim tarihi, seçim sistemi, vergi reformu, sosyal güvenlik reformu gibi sorunlar, tabii güncel ama ülkemizde, sanırım, daha derin, Batı’da yaşananlardan da bir hayli farklı sayılacak, toplumsal karmaşalar yer alıyor.
Neticede, buradaki katkımı bir şekilde sınırlamak durumunda olduğum için, işte ben bu hususa değinmeyi diliyorum.
Düşüncemi, çeşitli aşamalarda yazdım, söyledim. Kurultaylarımız’da belirttim. Ancak kendimi, henüz yeterince anlatabilmiş olduğum hissinde değilim.
Ayrıca Sayın Erdal İnönü’nün (inanıyorum ki, yaklaşımının özünü yaşayarak kavradığı için), tarafıma yönelttiği isteğe bir ölçüde olsun uymak üzere, düşüncemi burada çok kısaca özetlemeye çalışacağım.
Türkiye’deki İnsan Hareketleri, Siyasi Anatomi ve Solun Parçalanmışlığı Sorunu
Türkiye’nin bir siyasi anatomi resmi yapılsa, yani hangi parti, nerede daha kuvvetli sorusunun cevabı aransa (derinlemesine bir akademik incelemeye dayanarak değil ama, gözlem ve düşüncelerimize dayanarak ifade ediyorum.), kabaca olsun, şöyle bir manzara ile karşı karşıya kalınırdı.
Kıyı koridorumuzun denize en yakın semtlerinde, keza üst gelir gruplarının yerleşim birimlerinde, ayrıca bir biçimde bunların sosyal örgütlenme yapısı içinde yer alanların oturdukları semtlerde, bir de etnik çekişmelerde gitgide Karadenizlilik bazında birleşen, özellikle de nispeten vasıl Karadenizli yurttaşlarımızın, gerek Karadeniz Bölgemiz, gerekse de başka yerlerde oturdukları yerlerde, ANAP...
Şimdilerdeki yönetimiyle bir hayli değişmiş olsa da, özellikle kıyı koridorumuzun, çarşı içlerine gelindiğinde, buralarda, keza kırsal kesim merkezlerinde, özellikle esnaf, yani sıra da çiftçi örgütlenmesi niteliğinde, DYP...
ANAP ve DYP, benim evvelce yaptığım tanımlama uzantısında, çokça, ülkemizdeki “yerleşik dinamikleri” temsil ediyorlar. Gerçi öteki partilerde olup, yerleşiklik özelliğinde olanlar hiç de, geçiştirilebilecek bir boyutta değil. Ama bu noktaya ayrıca değinmemiz gerekiyor.
Devam ediyorum.
Kıyı koridoru ve kent içlerinden kent geri planlarına geçildikçe, özellikle, buralara Doğu ve Güney Doğu bölgelerimizden gelmiş, kentlerde tutunmaya uğraşan ve benim “göçer dinamikler” dediğim katmanların bulunduğu semtlerde, deyim yerindeyse siyasi motor niteliğinde, yani sayısal çokluk olarak, önceleri SHP, sonraları biraz CHP, nihayet belki şaşılacak ama, RP...
Bir iki kuşak kentli, ama kentteki, ekonomik olarak marjinal sayılacak görevleri, biraz da yerleşik abilerinden aldıkları icazetle sürdürenlerin oy kullandıkları sandık mevkilerinde, MHP...
Kentlerimize, daha ziyade, Balkanlar’dan, o arada Kafkaslar’dan gelmiş olup, buradaki hayatlarına, Doğu bölgelerimizden gelenlere oranla (bir defa resmi politikalar çerçevesinde, iskan edildikleri için), çoğunlukla daha ileri kentlileşme kategorilerinden başlayan, ama yine de yerleşim birimlerinde, Doğu’dan gelenlerle (kentsel) hinterland sürtüşmelerinde, bir de etnik bazdaki doku uyuşmazlıkları sebebiyle, gitgide daha çok ayrışan ve benim “göçmen dinamikler” dediğim insanlarımızın oturdukları semtlerde, DSP...
*
Kısaca ifade edecek olursak, ülkemizde, kırsal kesimin sanayileşme tarafından soğurulmasına paralel kentleşme sürecindeki, emek ve sermaye ayrışmasından bir hayli farklı olarak, bu da olmakla beraber, ama asıl, kentlere önden gelenlerle, biteviye arkadan gelenler arasında yaşanan hinterland kavgası sonucu, ortaya, “çok katmanlı karmaşık, bir, yerleşik dinamiklerle göçer dinamikler ayrışması” çıkıyor.
Türkiye’nin siyasi anatomisini de bu belirliyor.
Bizse bunu, sanırım pek iyi kavrayamıyoruz.
Ortada, çeşitli siyasi kampların sarıldıkları, gerçekte çoğunlukla “fiktif” bir söylemler trafiği dönüyor, ama esas kavga kentlere tutunma kavgası olarak karşımıza geliyor.
Bununsa temel bir ifadesi, Batı’dakinden bir hayli farklı olarak, “bizde, sanayileşmenin kentleşmenin yegane motoru olmaması”.
Böyle olunca, sanayileşmenin beslediği kentleşme olgusu yanı sıra, kentlerimizin dolayında, oldukça önemli, demek ki iyi kötü bir sanayileşme istihdam güvencesinden bile yoksun, günübirlik zalim bir hayata sıkışan, yığma sosyal kabuklar meydana geliyor.
1990’ların SHP’sindeki ayrışma, hızlı söyleyecek olursam, önceleri Karadenizliler’le Doğulular’ın ayrışmasından kökler alırken, giderek, kentlere önden gelen Doğulular’la arkadan gelen Doğulular’ın da birbirlerinden ayrışmasıyla azdı ve bilindiği gibi partiyi çatlattı.
Bizse, içimizde yaşanan olaylara çoğunlukla, “hizip” dedik geçtik.
Oysa, kökte Türkiye’nin, Kuzey’i ile Doğusu, Batısı ile, Güney Doğusu çatışıyordu.
Şöyle bir bakacak olursak, bugün Doğu’da tabanı olan partilerimizin, Batı’da pek bir etkinliği yok! Ne yazık ki, devlet mayalı ve sair destekleri saymayacak olursak, Batı’da tabanı olan partilerimizin de Doğu’da kitlesel desteği yok.
Bence çeşitli vesilelerle yazdığım, söylediğim gibi, ülkemizin, en önemli sorunu bu!
Bizse, çoğunlukla elbette saygıdeğer olmakla beraber, tercüme bir literatüre sıkışıyoruz.
Bir tahlil yetmezliği yaşıyoruz.
Güzide toplantımıza mesajım işte bu!
Son Yorumlar