« Yeni Yüzyılda Nasıl Bir Atatürkçü Çizgi, Ütopyalar | Harp Akademileri: Bilimsel ve Teknolojik Gelişmeler, İstanbul » |
Harp Akademileri: Güvenlik İhtiyaçları, İstanbul
Yazılar, Konferanslar
Harp Akademileri: Güvenlik İhtiyaçları, İstanbul |
|
FEYZİYE MEKTEPLERİ VAKFI IŞIK ÜNİVERSİTESİ |
...
MAD, dahiyane bir ahmaklık tablosu oluşturmaktadır. Dahiyanedir, çünkü ulusların en dahi çocuklarının nesiller boyu gayretleri ve bulguları uzantısında ortaya çıkmıştır. Ahmaklıktır, çünkü, ortaya çıkan tablo, ağızdan yel alsın, bir nükleer felaketin yaşanacak olması durumunda, bütün dünyayı birkaç yüz defa yok edecek kadar şirazesinden çıkmış, bir tablodur. Bu olgunun yeterince idrak edildiğini hiç sanmıyoruz.
Soğuk Savaş yıllarında başta ABD, Sovyetler Birliği ve Avrupa’nın büyükleri, Ulusal Savunma Bütçeleri’ni, Doğu-Batı gerilimine dayalı mevcut ve muhtemel bir “tehdit değerlemesi” üstüne oturtmuşlardı. Böyle bir ortamda, ulusal bütçelerin önemli bir ölçüde savunma alımlarına ayrılması, çok doğaldı. Buna bağlı olarak gelişmiş ülkelerin, “ulusal savunma tedarik bütçelerinin, yarısını bulan çarpıcı bir kesri”, araştırma ve geliştirmeye ayrılmıştı. Sonuçta, silâhlanma yarışındaki ülkelerin “savunma sanayiileri”, giderek gelişti.
Söz konusu ülkelerde silâhlanmada, “kuvvetlerin sayısal üstünlüğünden” ziyade, endüstriyel zeminin sağladığı “teknolojik üstünlük”, ön plana çıktı. Uzun vadede, savunma sanayiini, kökteki sivil sanayii ile bağdaştırmayı başaran Batı İttifakı, böylesi bir gelişmeyi sağlayamayan Doğu İttifakı önünde, büyük bir ekonomik üstünlük yakaladı.
Soğuk Savaş sonunda, Sovyetler’in çöküşü ile birlikte, tablo tamamiyle değişti. Sovyet tehdidi ortadan kalkınca, Batılı Hükümetler, savunma siyasetlerini, buna bağlı olarak ise savunma ihtiyaçlarını, gözden geçirerek azalttılar. Önce, askeri özelliklerde olmakla birlikte, son toplamda ticari teknolojiler, daha sonraları düal (üretide çift seçenekli) teknolojiler
Bu yazıdaki görüşlerin birçoğunu, Değerli Kardeşim, TOBB Savunma Sanayii Sektör Kurulu Başkanı olan Dr. Faruk Ağa Yarman’la birlikte olarak geliştiştirdiğimizi kaydetmekten, kıvaç duyuyorum. Bu yazıda özellikle “Faruk Yarman” adının yer alması, bilhassa metnin hazırlanmasındaki külfetin önemli bir bölümünü onun üstlenmiş olması dolayısıyla, çok hakça olurdu. Ne var ki, şimdi bir yarı kamu kuruluşunun başında bulunuyor olması, burada dikkate gelen tüm görüşlerin altında onun da imzasının bulunmasını, zorlaştırıyor.
gündeme geldi. Giderek, “globalleşen dünyada” askeri açılımlara yer kalmayabileceği dahi düşlendi.
Bu dönemde; NATO, AB ve BAB, “güvenlik konseptlerini” kökten ele alarak, özellikle “Avrupa’nın yeni siyasi gerçekleri” karşısında, “yeni kuvvet yapılanmalarına” yöneldiler. O arada “geleneksel askeri senaryolara”; “barış gücü”, “uluslararası polis gücü”, “arama-kurtarma timleri” gibi, “insani açılımlar” eklendi.
Temelde ise, Helsinki Zirvesi’nde 60,000 kişilik bir “Avrupa Ordusu” kurulması kararı alındı.
Yaklaşık on yıldır süregelen “Soğuk Savaş Sonrası Dönem”in, en belirgin özelliği, eski Batı Bloğu’nda, “Atlantik kıyıları arasındaki endüstriyel ve ekonomik ayrışmaya” karşın, “gerek ABD’de gerek Avrupa’da, Savunma Bütçeleri’nin küçülmesidir”.
Ne ki bu özellik, bugünlerde, ABD’nin iyiden iyiye su üstüne çıkan “emperyalist açılımlarıyla” alt üst olacağa benzemektedir. Afganistan Harekâtı’ndan sonra, şimdi de İrak odağı dolayında, bu sefer bölgemizde olup bitmekte olanları, en önce bu çerçevede değerlendirmek yerinde olur.
Aynı çerçevede, AB ülkelerinin de ellerinde fırsat olsa, ABD’nin yapmakta olduğunu yapmak isteyeceklerini... Esasen bu açıdan İngiletere’nin ABD’nin peşinden ve onunla birlikte olarak zaten böyle bir çizgiyi izlemekte olduğunu... Ama, başta Fransa ve Almanya, diğer AB ülkelerinin de, karşılarına çıkan kamuoyu baskısı saklı olarak, ne pahasına olursa olsun böylesi gelişmelere gayet sıcak baktıkları, ya da “kendi başlarına olsalar, muhakkak sıcak bakacakları”... Esasen İspanya ve İtalya’dan başlayarak birçok Kıta Avrupası ülkesinin, söz konusu açılımında ABD’ye destek vermekte olduğunu... Ama eğer özellikle Fransa ve Almanya, ABD’nin yapmakta olduğunu, bu aşamada yapmaktan geri durmakta ise, isteklerini ABD’ye rağmen, hele onunla menfaat çekişmesi içinde gerçekleştirmeye güclerinin yetmeyeceğini öngördükleri için, yapmaktan geri durdukları... Bu sebeple de ABD’yi emelinden caydırmak istediklerini, değerlendirmek yerinde olur.
Güncelde İyice Belirginleşen Yaşamsal Teoremler
Söz konusu açıdan şu temel teoremleri, berrak bir biçimde vaz etmemiz uygun olacaktır:
Teorem: İttifaklar, dolayısıyla da müttefikler vardır, ama bunlar dostluklar üzerine değil, çıkarlar üzerine kuruludur. “Müttefik olmak” ile “dost olmayı” ancak hayalperestler birbirine karıştırabilir.
Üstünlüğü”, gibi ögelerle dokunmuş, çeşitli kamplardaki egemenlerin söylemleri, bunların içerikleri ayrı ayrı ne kadar saygıdeğer olursa olsun, egemenlerin ağızlarından duyulduğunda katiyen ciddiye alınmamalıdır, çünkü bunlar egemenlik yönünde varedilmiş paravan söylemlerdir; esas olan egemenlerin, menfaatleri doğrultusunda, her istediklerini, her istedikleri şekilde yapmaktan geri durmayacak olmalarıdır.
Bu olguyu bir parça olsun açabilmek üzere, bir anımızı dikkate getirmek isteriz.
Yıl 1980. OPEC (Petrol Üreten Ülkeler Birliği) üyesi ülkeler, petrol fiatını, varili (tonun sekizde biri), yuvarlak 10 $’dan, 35 $’a yükselteli, buna da bağlı olarak petrol endeksli Batı ekonomileri alt üst olalı, bir yıl kadar olmuştu. Başta petrol üreticisi Arap ülkeleri, genelde ise OPEC ülkeleri, dünyaya egemen olması, bilhassa Batılı ülkeler tarafından istenen, “serbest piyasa ilkelerinin” altını çiziyorlar... Kendilerinin, Batılı ülkelerden, “elektronik eşya”dan, “beyaz eşya”ya, “otomotiv ürünleri”nden, “silâh”a varıncaya kadar, çok geniş bir yelpaze içinde yer alan tüm ürünleri, Batılılar’ın belirlediği fiatlardan satın aldıklarına, dikkat çekiyorlar... Bu durumda, hemen neredeyse tümünün yegâne metaı durumunda olan petrolün, gün günden daha fazla azaldığı ve biteyazmakta olduğu gerekçesi ile, “petrol fiatını”, “arz ve talep dengeleri” çerçevesinde, istedikleri gibi yükseltmeye “hak sahibi” olduklarını, ileri sürüyor... Böylelikle, petrol fiatını (1973’de, varili 3 $’dan 8 $’a çıkarttıktan sonra) ikinci kez (1979’da ve bu sefer daha da fahiş bir miktarda olarak, varili işte 10 $’dan, 35 $’a), yükseltme kararını alıp, inatla uygulamada tutuyorlardı.
Tam o günlerde, 1980’de Münih’te toplanan XI. Dünya Enerji Konferansı’nda, ülkemizi temsilen bulunduğumuz sırada, konferansın bilimsel havası ile katiyen bağdaştırılamayacak bir gelişmeye, oradaki hemen herkes gibi, şaşkınlık içinde tanık olduk. Bir katılımcı kürsüden, OPEC Ülkeleri’nin temsilcilerine dönük, fiatlatın Batılı ülkeler tarafından kabul edilemez derecede yükseltilmiş olduğunu kasdederek, sağ elinin işaret parmağını da, tehdit üslubu ile, öne arkaya hareket ettirerek, “Beyler, ateşle oynamayınınz” deyiverdi. Salona, bir buz dağı düşmüş gibi oldu. Demek ki “serbest piyasa ekonomisini” geçerli kılmaya yönelik iddia ve çıkışlar, “numaraydı” ve “dünya ekenomisi” ancak “Batılılar’ın istediği kadar serbest” olabilirdi…
Demeye kalmadı, İran-İrak Savaşı çıktı. Daha doğrusu çıkartıldı.
Burada, bir yerde “ters bir gelişme” olduğunda, sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek açısından, şu iki kıstasa eş ağırlıklı olarak, dikkat etmek önem taşır: i) Söz konusu gelişmenin meydana gelmesine dönük olarak, acaba “uygun bir vasat” mevcut mudur? ii) Bu vasatı dışarıdan kaşıyanlar var mıdır? “Vasat var” demek, “Dışarıdan birileri bu vasatı kaşımıyor” demek değildir. “Birileri vasatı azdırmak için, gayret sarfediyor” demek de, “Vasat hiç yok demek” değildir. Dolayısıyla, İran ile İrak arasında çok gaddar bir savaş çıkmışsa, bunun vebalini tek başına, böylesi bir savaşı körükleyenlere yıkmak uygun değildir. Tabii onların “veballeri” vardır; bunda ancak, dış gelişmeleri yeterince izlemekten yoksun, bu arada ortamın nasıl azdırılmak istendiğine gözlerini kapatmış, o ülkelerin kaderlerine yön verenlerin de, pek çok veballeri olduğunu, aynı bir ağırlıkla, tartıya dahil etmek, yansız bir değerlendirmenin baş bir gereğidir.
Taraflar, daha çok silâh alabilmek için, petrol arzını çoğalttılar. Buna bağlı olarak petrol fiatları düştü. Batılılar, petrol satın almak üzere ödedikleri petro-dolarları, silâh satarak geri aldılar. Satılan silâhlar savaşta telef oldukça, İran da İrak da, daha daha fazla petrol sattılar, daha daha çok silâh aldılar.
Ticarette, önceleri petrol fiatının yükselmesinden dolayı, sıkışıp, bir anlamda “deliye” dönmüş olan Batılılar (savaş sırasında, taraflardan biri, bir parça üstünlük edinecek olsa, obür tarafa daha çok silâh satılmak suretiyle, her halde, “gerekli ince ayarların” yapıldığı hususu ayrıca saklı olarak), son toplamda, apaşikâr kârdaydılar.
İran da İrak da, savaşın bedeli olarak, yüz milyar dolar mertebesinde tutarlarlar ödedikleri bir yana, asıl, onbinlerce gençlerini yitirdiler; acılara boğuldular. Malûm, İrak’ın elinde kalmış silâh fazlaları, İrak’ın Kuveyt’i İşgali’ndan başlayarak, “gerektiğince”, çeşitli defalarda, imha ediliverdi.
Yuvarlak yirmi yıl öncesi, Türkiye’de ve burnumuzun dibinde meydana gelen gelişmeleri hatırlatmakla, şu teoremi ifade etmek istiyorum:
Teorem: Enerjinin ya da (“havuç” değil, ama) diğer can alıcı harhangi bir metaın olduğu yerde, muhakkak “siyaset” vardır. Hatta “kirli siyaset” vardır. Hatta hatta, “kanlı siyaset” vardır.
Yakın zamanda içimizde büyüyen terör olayını da böylesi bir çerçeveden soyutlanmış olarak düşünmek, fevkalade yanlış olur. Evet, içimizde büyüyen teröre dönük olarak, Silâhlı Kuvvetlerimiz, kesin bir zafer kazanmıştır; temelde ise kendine özgü coşkusu ve gelenekleriyle, bir kenetlenme sergileyen, Türk ulusu, Türkiye Cumhuriyeti kesin bir zafer kazanmışltır. Ancak, olayın uluslararası boyutu itibariyle, neler olup bittiğine bakılacak olursa, sokaktaki insanın küçük dilini yutması sonucunu beraberinde getirecek resimler görülebilecektir. O resimler ki, nice dizi dizi filmler oluşturacak dehşetengizliktedirler. Yine de tek bir cümlede özetlemek istersek, Batılılar’ın, kendi aralarında Orta Doğu’da, bizim üzerimizden, bir hinterland kavgası yaşadıklarını ifade etmek pek yanlış olmayacaktır.
Bugünlerde, İrak’a, topraklarımız kullanılmak suretiyle yapılmak istenen müdahalenin arifesinde, durum hemen hiç değişmiş değildir. Yıllar önce kitle imha silâhlarını üretip, İrak’a satanlar, sanki bu silâhları kendileri imal edip satmış değiller imiş de, İrak’ı yönetenler kendi kendilerine, “şer eylemleri doğrultusunda” olarak imal etmişlermiş gibi, bölgeyi bu silâhlardan arındırmanın ve buradaki diktatörlerin yerine demkorasiyi getirecek olmanın, fütursuzca, havvarisi olduklarını ileri sürmektedirler. Bunu yaparken ise, kendi aralarında sürtüşmekte, giderek ayrışmakta, derinden derine, bölgedeki hinterland kavgasını sürdürmektedirler.
Sıralayageldiğimiz teoremleri, akademik bir zerafete kolaydan sığmayacak olmakla birlikte, çarpıcı kılabilmek itibariyle, şu can alıcı teoremde özetlemek yerinde olacaktır.
Teorem: Dünya üzerinde hal-i hazır güç odaklarının ağızlarındaki, ister liberal ekonomi söylemi, ister eskideki sosyalist söylem, ister örneğin kutsal inanca dayalı başka bir söylem, hangisi olursa olsun, farketmez; bunlar genelde siyasi ve iktisadi çıkar gruplarının paravanıdır, kamuflajdır; esas olan egemenliklerin tesisi, korunması ve genişletilmesi yönünde, tıpkı tarihin ilk zamanlarındaki gibi, örgütlü barbarlıktır. Bunun kimi örnekleri, bugün Batı uygarlığının yeşerttiği öznel felaketlerdir; ne ki bunlar, kendilerini var eden özellikle Batılı felaket mimarlarının yanında, miniyatür felaket kalmaktadırlar.
Bu durumda şu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Teorem: Dünya barışı, bugünkünden çok daha sağlam temellere oturtuluncaya ve sahiden kurumsallaşıncaya kadar, “ormanda” ayakta, hattta hayatta kalabilmek üzere, herkes kendi başının çaresine bakmak zorundadır; demek ki, biz de başımızın çaresine bakmak zorundayızdır.
Bu aşamada İsmet Paşa’nın bir sözünü, temel bir teorem niteliğinde olarak anımsamak yerinde olacaktır.
Teorem: Büyük bir devletle ittifak yapmak, vahşi bir hayvanla aynı yatağa girmeye benzer!..
İsmet Paşa’nın bu sözü, 1963’de Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti Başbakanı olarak, ABD Başkanı Johnson’un kendisine (ABD menşeli uçaklarımızın Kıbrıs’ta, soydaşlarımızı katletmekte olan Rumlar’ın, geriletilmesi maksadıyla, Kıbrıs üzerinde uçurulmaları uzantısında), “Türkiye’ye verilen silâhların, ancak ABD’nin izniyle kullanılabileceğini” vurgulamak üzere yazdığı, incitici mektuptan sonra, telâffuz ettiği hatırlardadır.
İsmet Paşa’nın bu mektuba, cevabi yazısında, bütün dünyanın kulaklarında yankılanan, şu sözleri sarfettiği de, hatırlanmak yerinde olur:
- Dünya yeni baştan kurulur, Türkiye de orada yerini alır!..
Söz konusu doğrultuda ortaya çıkan idrak uyarınca, kendimize dönük şu belirlemeyi yapmak, uygun olacaktır.
Teorem: Evvelce hangi iyimser öngörülerle kabul edilmiş olurlarsa olsunlar, hibe, yardım, bağış gibi edinimler; onur kırıcı oldukları bir yana; bilerek bilmeyerek, ayrıca karşılığında kimi zaman istemeden üstlenmek durumunda olduğumuz yükümlülükler saklı olarak, bilhassa bizi atalete sevkettikleri için, son toplamda, “kandırmaca” özelliğindedirler. Daha, yakın zamana kadar, saplarında “Made in bir Yabancı Ülke” yazıyor olarak kışlalarımızda kullanılmakta olan çatal bıçaktan başlayarak, “dostlarımızın” bize “Yapmayın, hiç gereği yok, biz size veririz!” dediği hemen her metaı bilhassa, ulusal tezgâhalarımızda, “sanayii hiyerarşisinin” sağlıklı yapılanmasına özen göstererek, üretme yolunda, adımlar geliştirmeliyizdir.
Bütün bunlar ne denli yaşamsal olursa olsun, güvenliğimizi tehdit eden en önemli düşman, kanımızca, bünyemizde sosyal yaraların oluşması ve bunların süregen bir özellik kazanmasıdır. Bu hususu da ayrı bir düstur olarak kaydetmek gayet yerinde olacaktır.
Teorem: Güvenliğimizin baş bir düşmanı, yahut öyle ya da böyle tasnif edilegelinen düşmanlar değil; asıl, bünyemizde sosyal adaletsizliklerin oluşması ve bunların süregen bir özellik kazanmasıdır.
Aynı olgu, pek tabii, ayrıca zikredilemeye değer bir çizgide olarak, dünya geneli için de geçerlidir.
Teorem: Neresi olursa olsun orada, nihayet dünya genelinde, güvenliğin baş bir düşmanı, öyle ya da böyle tasnif edilegelinen düşmanlar değil, asıl bünyede, sosyal adaletsizliklerin oluşması ve bunların süregen bir özellik kazanmasıdır.
Soğuk Savaş Sonrası Döneme (SSSD) geri dönelim...
Soğuk Savaş Sonrası, Dünyamız’da Yaşanan Siyasal Ve Askeri Teknolojik Dönüşüm
Bu dönemin sık konuşulan kimi temel meseleleri şunlara dairdir:
· Avrupa Ortak Güvenlik ve Savunma Kimliği
· Askeri İsterlerin (Gerekirliklerin) Harmonizasyonu
· Avrupa Teçhizat Pazarı
· Pazara Giriş ve Karşılıklılık
· Arz Zinciri ve Güvenliği
· Uluslararası Karakterdeki Şirketler
Ne var ki, Soğuk Savaş Sonrası Dönem, esas olarak her halde 11 Eylül 2001 sabahı bitmiştir. Kendi evinde ve kalbinden vurulan ABD’nin; “gerekirse tek başına”, “Uygarlığı, terörizme karşı korumaya” soyunması; İngiltere’nin, AB’yi beklemeden ABD’yi takip etmesi; buna Çin’in “gık” diyememesi; hatta Putin’in destek vermesi; “Tek Kutuplu Dünya Düzeni”nin ilânından, hatta şimdilik olsun, tescilinden başka bir anlama gelmemektedir.
Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de, sıcak çatışmalar hiç olmamış değildir. Irak Çıkartmaları, Bosna ve Kosova’da, keza Filistin’de yaşananlar, bu olgunun belirgin örneklerini oluşturur.
Ancak 11 Eylül sonrası başlayan dönem, Bush ABD’sinin giderek sertleşerek, Clinton ABD’sinin siyasi ekseninden uzaklaşan bir global siyasete yakınsadığını gösteriyor.
Sonuçta; soğuk savaştan kalan “teknoloji harikası silâh envanteri”; tarihin en primitif ordularına karşı; ABD’nin bir süredir benimsediği “Hiç Kayıp Vermeksizin Harp Etme” (Zero Loss War) doktrininin bir uygulaması olarak; gökten, aylarca Afgan topraklarına yağmıştır.
Bundan sonra Irak, Somali, Sudan, Yemen, kimbilir daha başka nerelere yağabilecek olarak!..
Öte yandan “Hiç Kayıp Vermeksizin Harp Etme” doktrininin bir başka boyutu da; Avrupa’dakiler gibi, insan hayatına değer veren gelişmiş ülkelerden sağlanacak askerler yerine; İttifak’ın fakir, yerel halktan, asker topluyor olmasıdır.
Sonuçta ABD; gelecek zaman zarfında, muhtemelen ikinci bir süper güç adayı olarak kendisiyle rekabet potansiyeline sahip Birleşik Avrupa, Çin veya Rusya Federasyonu bir anlamda bakadursunlar; Dünya Haritası’ndaki nüfuz alanlarında, ayrı ayrı konumlanırken; yirmi birinci yüzyılın silâhlanma yarışını da başlatıyor olmaktadır. Bu yarışta soğuk savaş teknolojilerine ilâveten, “gerilla harbine hazırlık”, bir de “uç teknolojilerde gelişmiş ülkelere karşı caydırıcı rekabet”, benimsenmiş görünüyor.
Endüstriyel Yapılanma Dönüşümleri
11 Eylül sonrası, dünya düzeninin siyasal izdüşümlerini, şimdilik bir yana bırakalım ve soğuk savaş sonrasından bugüne kadarki endüstriyel dönüşümü ele alalım.
Clinton ABD’si, Soğuk Savaş sonrası resimde, yaman bir denge tutturmaya yöneldiydi.
Bu çerçevede ABD, tek süpergüç rahatlığı ile “Globalleşmeye” hız verirken, Kıtasallaşan Avrupa karşısında, dolaylı da olsa, ilginç bir ulusallaşma karakteri göstermiştir. Böylesi bir dürtüyle de, işte NAFTA gibi bir oluşuma kuvvet vermiştir.
Soğuk Savaş sonrası, yok olan Sovyet tehdidine dönük ilk bir önemli gelişme, 1980’li yılların ortasındaki 160 Milyar $’lık ABD savunma teçhizat pazarının, 1990’lı yılların sonlarına doğru 70-80 Milyar $’lara düşmesidir. Bu dönemde, yılda 40 Milyar $ mertebesindeki, Savunma ARGE Bütçesi’nin, her şeye rağmen istikrarını, çarpıcı biçimde koruduğu görülüyor.
Daralan Pazar karşısında, ABD Savunma ve Havacılık Pazarı, hızla dönüşmeye başlamıştır. Dünyada lider konumundaki bir düzine ABD şirketi, yeniden yapılanarak, Dört Dev Grup’ta birleşmişlerdir.
Bunlar Lockheed Martin (25 Milyar $), Boeing (52 Milyar $), Raytheon (16 Milyar $), Northrop-Gruman (7 Milyar $ ), olmaktadır.
Söz konusu toparlanma sonucunda, nihayet 1996 yılında, sektördeki “pazar piyasa değerinin” “yıllık toplam satışa” oranı, on yıl önceki 1.2 değerini tutabilmiştir.
Soğuk savaş sonrası düşen satışlarla daralan pazarın mecbur kıldığı şirket evlilikleri, sektörde istihdam edilmekte olan 4 milyon çalışanın yarısını, işinden etmiştir. Ne ki aynı çerçevede 1992’de %2’lik bir zararı işaret eden bilânçolar, 1990’lı yılların sonunda yeniden % 6 - 7’lik bir kârlılık gösterir olabilmiştir.
Soğuk savaş sonrası, açıklamaya çalıştığımız bu büyük dönüşüm, aslında, iktidarının ilk yıllarında, Clinton’nun koyduğu hedeflere uygundur.
Bu çerçevede; ileri teknolojiye dayalı, sivil endüstriye öncelik veren, global vizyonlu, yeni bir örgütlenme biçimi ortaya çıkacaktır.
ABD, bu çizgiden olarak; “bilişim sektörü” gibi, “uç ileri teknoloji alanlarında”; o arada “Dual” (üretimde çift seçenekli) teknolojilerde; rekabet, maliyet ve etkinlikte öne çıkarak, bir patlama sergiler. Böylelikle yeni milenyuma kadar ABD, görülmedik bir ekonomik performans gösterir. Ancak, Clinton yönetiminin son yılları, bazı olumsuz işaretler de vermiyor değildir.
Avrupa’nın, Atlantiğin karşı yakasında gerçekleşen böylesi bir dönüşüme tepkisi, birkaç yıl içinde gelecektir. Gelmek zorundadır, çünkü ABD karşısında ayakta kalmanın gereğidir bu...
Ne var ki, Birleştirilmiş Avrupa Savunma Pazarı; birleştirilebilse bile, ABD’nin Savunma Pazarı’ndan %40 daha küçüktür. Bu da, ürün toplam maliyetinde, askeri sistemlerin gerektirdiği “arge” faaliyetlerinin maliyet bileşenini, taşınamaz kılmaktadır.
Ama, bir zamanlar Avrupa Ekonomik Topluluğu, 1991’de Maastricht Zirvesi’nde, “parasal birliğin” temelini atarken; aslında “siyasi”, oradan da “güvenlik” maksatlı bir birlikteliğe sürüklendiğine göre; Avrupa’da, “ortak bir savunma argesi” konusunda, gayretler elbette sarfedilecektir.
Nitekim ABD’nin endüstriyel rekabet alanında başarıyla meydana getirdiği hamle; Avrupa’da, savunma sanayiine (oradan da topyekün sanayie) açılan, bir koruma kalkanına, muhakkak yaratmak durumundadır. Öyle de olmuştur.
Bakın nasıl:
Soğuk Savaş sonunda, ilk on beşe giren Avrupalı şirketler, işte yani örneğin İngiliz BAE (6.4 Milyar $), Fransız Thomson (4.6 Milyar $) ve Aeropatial/Dassault (4.1 Milyar $), yine İngiliz GEC, Alman Daimler Benz, bir süre kendi köşelerinde ABD’de yaşanan dönüşümü takip etmek zorunda kalırlar.
Ne var ki:
İngilizler; 1990’lı yılların sonunda; Ferranti, Plessey, Dowty, GEC Marconi ve British Aerospace’i; BAE Systems adı altında birleştirerek, Millenium başında 13 Milyar $’lık bir “Anglosakson Avrupa şirketi” oluşturunca, bununla dünyada 4. sıraya yerleştiler.
European Aeronotic Defense Space Grubu (EADS) gecikmedi ve Fransız Aerospatial, Alman Dasa ve İspanyol CASA ile birlikte, transnasyonal bir yapıya yakınsadı; 2000’lerin başında 4.5 Milyar $’lık cirosuyla (dünyada) 7. sıraya oturuverdi.
Adını ve anlayışını değiştiren Thomson CSF ise, yeni Avrupalı kimliği ile Thales adı altında, 4.2 $’lık cirosu ile, (dünyada) 8. sıradaki yerini aldı.
2000’ler başındaki tablo aşağıdaki gibidir:
Savunma Bütçesi* Teçhizat Pazarı*
Satınalma ARGE
ABD 252 47 35
LOI Ülkeleri* 111 22 8.8
* 1997 sabit değeri ile, Milyar $
* LOI (Letter of Intent) Ülkeleri: İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Ispanya, İsveç
Görüldüğü gibi, Milenyum’un başında Avrupalı uluslar, yaşadıkları kapsamlı dönüşümü, dünyadaki ticari rekabet koşullarında, ABD’nin yeniden yapılanmasına bir iş dünyası refleksi olarak, gerçekleştirmeyi başarmışlardır. Ancak Avrupa savunma sanayiinin önünde; gelecekteki “hacmi”, “şekli” ve “yapısının” ne olacağının tartışılıp sonuçlandırılması, buna da bağlı olarak, uzun vadeli kararların üretilmesi gibi, bir gündem durmaktadır. Avrupa Savunma Sanayi ve teknoloji tabanının gelecekteki gücü ve anatomisi, bu kararlara bağlı olarak değişecektir. Gerçekte hem Avrupa hem de ABD, bu evrede, demode olmaya yüz tutmuş soğuk savaş teçhizat ve teknolojileri yerine, yeni savaş makinalarını var etmek üzere kolları sıvamış görünmektedirler.
Daha önemlisi ABD’nin tek ulus - tek bayrak altında başarıyla tamamladığı süreç; Avrupa’da; burada Ortak Dış Siyaset ve Ortak Güvenlik Politikası, daha yeni olarak oluşturulmaktayken, üstelik Savunma Bütçeleri’nde küçülme devam ederken, ayrıca askeri isterler (gerekirlikler) sıraya bile konulamamışken; mevcut dengelerden hareketle, nasıl kurulacaktır?
Bugün artık şu var ki, bir anlamda kılıçlar ciddi olarak çekilmiştir; kriz alanlarında sıcak sürtüşme olasılıkları, çoktandır uç vermektedir. Eğer öyleyese, savaş makinaları yeni satış rekorları kırmak üzeredir.
Soğuk Savaş’ın son yıllarında; NATO’nun Avrupa direği olan IEPG (Independent European Program Group) girişiminden başlayarak; WEAG’a (Western European Armaments Group) dönüşen Avrupa serüveni; şimdi Avrupa Konseyi, Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu ve nihayet Avrupa Birliği ve Avrupa Ordusu düzleminde, bir “Savunma, Teknoloji ve Endüstri Tabanı” yaratacaksa, bunun önünde, oldukça sancılı yıllar vardır, diye düşünülebilir.
Özetle:
Soğuk Savaş sonrası, Batı savunma pazarı haliyle küçüldü. Bunun üzerine ABD’de, savunma alanındaki büyük şirketler, 4 milyon çalışanın neredeyse yarısını işten çıkartmak pahasına, bir araya geldiler. Buradan Dört Dev Grup doğdu. Bunun üzerine ve nisbeten kısa bir süre sonra, eski kârlılık düzeylerini yeniden yakaladılar. Bu sıçrama, Avrupa’yı mıknatısladı. Burada, Avrupa’nın tarihsel iç çekişmeleri ve buna bağlı ataletten dolayı bir türlü bir araya gelmeyi başaramayan ulusal kuruluşlar, bu sefer toparlanıp, çar naçar önemli ölçüde bir “sinerji” yarattılar ve ABD ile olan rekabette gerilerde kalmaktan kurtulmaya yönelebildiler.
Şimdilerde ise ABD, savaş makinaları üretiminde iyiden iyiye istim basacak gibi durmakta olup, Avrupa da, silâh üretimine istim vermekten geri kalamamaya soyunmak zorunda olacak gibi durmaktadır.
*
Türkiye’ye, bu denklemlerin ışığında eğilmek, tabii fevkalâde hayati bir önem taşıyor.
Dünya perspektifinden bakıldığında, ülkemizin ulusal savunma sanayiine sahip ülkeler arasına girme tutkusunda, kararlı durduğu ortadadır.
Soğuk savaş yıllarına hakim Sovyet tehdidi karşısında, NATO şemsiyesinin sağladığı rehavet, hatırlarımızadır.
Ne var ki, Kıbrıs Krizleri bağlamında, önce Johnson Mektubu, 1973 Barış Harekâtı’ndan sonra ise Ambargo, Atatürk’ün (İkinci Dünya Savaşı’nın işaretlerini almış olmalı ki) 1 Kasım 1937’de, TBMM’nin açılışında telaffuz ettiği düsturu, tekrar gündemimize getirmiştir:
- Harp sanayi tesisatımızı, daha ziyade inkişaf ve tevsi için alınan tedbirlere devam edilmeli ve endüstrileşme mesaimizde de ordu ihtiyacı göz önünde tutulmalıdır.
“Benim karakterim bağımsızlıktır”, demenin, sanayii ve savunma sanayiine izdüşümüdür, bu...
Böylesi bir vizyon 1970’li yılların ikinci yarısında Hava, Kara ve Deniz Kuvvetleri’ni Güçlendirme Vakıfları’na (TSKGV), 1980’li yılların ikinci yarısında ise birleştirilen bu vakıflara ilâveten, Savunma Sanayi Destekleme Fonu’nun kurulmasına, zemin hazırlamıştır, denilebilir.
Ülkemizde modern savunma sanayiinin geliştirilmesi ve TSK’nın modernizasyonunun sağlanması amacıyla çıkarılan 3238 sayılı yasanın, soğuk savaşın en çok para harcanan yıllarında ortaya çıkmış olması, ilginç bir rastlantıdır. Yasanın işlerlik kazanmasıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlayan bir sürecin son halkası olarak, MKEK (Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu) ve Aselsan gibi birikimlere ilaveten; FNSS, TAI ve TEI gibi yabancı ortaklıkların kurulmasına zemin hazırlanmış; o günler güçlü durumdaki müteahhitlik şirketleri başta olmak üzere, ulusal özel sermaye de, resmin içine çekilmiştir.
Bu çerçevede, “Askeri Otomotiv”de OTOKAR, “Gemi İnşa”da SEDEF, “Askeri Elektroni”te SAVRONİK, bilişimde ise HAVELSAN kurulmuş bulunmaktadır.
Türk Savunma Sanayii Politikası ve Stratejisi
1990’lı yılların başında, soğuk savaş biterken, Türkiye oldukça karmaşık bir Ulusal Savunma Sanayii Modeli ile yol almaya çalışıyordu.
o Bir yandan, silâh ve mühimmat alt sektöründe KIT statüsündeki MKEK ve bu kuruma bağlı şirketler...
o Diğer yandan askeri elektrik-elektronik alt sektöründe TSKGV’ye bağlı Aselsan, Havelsan, Aspilsan, İşbir...
o Aynı alt sektörde “milli” Savronik, Hema Elektronik...
o “Yabancı Ortaklıklı” MİKES, NETAŞ, TELETAŞ, SİMKO, MARCONİ...
o Askeri Otomotiv’te ve Zırhlı Araç’ta FNSS, Otokar, Mercedes, BMC...
o Uzay ve Havacılık’ta TAI, TEI, TUSAS...
o Roket’te, MKEK bünyesindeki Elroksan’a ilaveten Roketsan...
o Gemi İnşa’da Sedef Gemi, PKI, Yonca...
o Bütün bunlara ilaveten, neredeyse 30 bin kişiyi barındıran, TSK’nın Üretim Birimleri, Ağır Bakım Fabrikaları, Askeri Tersaneler, Hava İkmal Merkezleri...
Ortadaki kaotik yapıyı düzenlemek üzere, ilk olarak Milli Savunma Bakanlığı’nda, 8-9 Mayıs 1996 tarihlerinde, bir Savunma Sanayii Koordinasyon Toplantısı düzenlenmiştir. Buna bağlı olarak daha sonra yürütülen çalışmalar, Haziran 1998’de Bakanlar Kurulu’nca onaylanarak yürürlüğe giren “Türk Savunma Sanayii Politikası ve Stratejisi Esasları Dokümanı”na, zemin hazırlamıştır.
Bir milat niteliğindeki bu belge, ortaya somut hedefler koyarak tanımlar yapıyor, mevcut unsurları yerli yerine oturtuyor, teknolojileri “Milli Olması Zorunlu”, “Kritik” (uzun vadede yurt içinde geliştirilmesi amaçlanan) ve “Diğer” olarak, üç kategoriye ayırıyordu.
Bu arada; “Arge”, “Ortak Girişimler”, “Kalite”, “Güvenlik”, “Tedarik”, “Rekabet”, “İhracat”, “Tanıtım”, “Eğitim” gibi, temel kavramlara ve kurumlara berraklık getiriyordu.
Ne yazık ki, ara hedefler ve ayrıntılı bir uygulama planının meydana getirilmemiş olması dolayısıyla, bu dev adımın arkasından beklenen, kanımızca, tam olmadı. Savunma alımları devam ederken, yaşanan ekonomik krizlerle, hedefte bulanıklık sürdü. İstisnai uygulamalar, sistematik bir biçimde, korkarız, devam etti. “İç pazar stabilitesi” kaybolurken, daralan dış pazarlardaki yabancı şirketlerin, üzerimizdeki rekabet baskısı haliyle arttı. Savunma Sektörümüz’de yer alan kurum ve kuruluşlar arasında yıkıcı iç rekabet, ne yazık ki çok ilerilere vardı... Aciliyetinden alımlar, ister istemez sürdü; mevcut ihtiyaç belirleme ile tedarik süreç ve sisteminin aksaklıkları, sistematik sorunlara dönüştü. Sonunda, pek çok şirket ya kapandı, ya da el değiştirdi...
Buna bağlı olarak, yapılamayan alımlar ve iptal edilen ihaleler bir yana, sonuçlanan ihalelerde idarenin, kıstasları berrak biçimde algılanamayan öncelik ve tercihleri karşısında, sektöre, maalesef olumsuz bir intiba hakim oldu. Bunun sonucu olarak ne yazık ki, çoğu milli yatırımcının, Savunma Sanayii’ne ilgisi azaldı... Özel sermayeli savunma şirketlerinin, hareket alanı daraldı... Mevcut yatırımların ardındaki, yabancı sermaye küstü veya kaygıya kapıldı... Savunma Sanayii ile, topyekûn ulusal sanayiimizin hacimleri küçüldü, zedelendi... Kimi vakıf - kamu şirketlerimiz tek kaynak alımlarda bile, proje faaliyetlerinde zarar eder durumlara geldi...
Bu arada Savunma Sanayii Politika ve Stratejisi’nde tanımlanan “Ana Yüklenici” kapsamındaki şirketlerimizden protokollerle yapılan, aslında ulusal katma değeri düşük alımlar; izlenmesi, denetlenmesi zor, bir çeşit rekabetsiz, bazen de dolaylı bile olsa, düz dış alım niteliğinde olabildi.
Bu tür projelerde ulusal yan (taşaron) sanayilere bırakılan işlerde ise, hangi kıstasların kullanıldığı, çoğu kez müphem kaldı.
Bu resme, bir de yaşadığımız ekonomik kriz eklenince, tablo iyice ağırlaştı.
Son yıllarda, anatomisi değişegiden iç savunma pazarında, Batı’da yaşanan dönüşüm paralelinde, yeni bir yapılanma, buna da bağlı sağlıklı bir hareketlenme, meydana geliyor gibi görünmektedir.
Savunma Sanayiimizin Dünyadaki Yeri
2000’de yayınlanan “Defense News, Top100/2000”de, Dünya Pazarı”ndaki, ilk yüz şirket içinde, üç Türk Şirketi vardı.
Resme şöyle bir bakıldığında savunma satışlarında cirosu 1 Milyar $’ı geçen ilk otuz şirketin içinde 16 Amerikan, 10 Avrupa, 2 Japon, 1 Rus (eksport), 1 de İsrail şirketi var.
Toplam askeri satışlar, yılda 126 Milyar $’a geliyor. Bu ise (sivil dahil), toplam ciroların %27’sini oluşturuyor.
Listedeki bizim üç şirketimiz, Aselsan (180 Milyon $/yıl), Havelsan (42 Milyon $/yıl) ve TAI (32 Milyon $ /yıl); toplam demek ki, 254 Milyon $ ciroları var. Üçünün toplamı ele alındığında, 75. sıraya denk geliyor.
Aslında Türkiye itibariyle, aynı listeye MKEK (206 Milyon $/yıl), Roketsan (86 $ Milyon /yıl), TEI (44 $ Milyon /yıl), Otokar (46 $ Milyon /yıl), FNSS (36 Milyon $/yıl) de alınabilirdi. Nedense alınmamış...
Aynı yıl, toplam 10 Milyon $ üzerinde satışı olan yurtiçi şirketlerimizin sayısı 12’dir. Bunlar toplam 720 Milyon $ ciroyla, dünya listesine tek grup olarak girseydi 40. sıraya otururdu. Yani, ne mutlu ki ülkemizde gerçekten de ulusal bir savunma sanayii var.
Özetle, savunma sektöründe yer alan şirketlerimizin boy ve bütünlük sorunu var. Keza şirketlerimizin askeri/toplam satış oranı %85. Bu da biraz eski Sovyet modeli; sivil sektöre dönük yeterli açılımın sağlanamadığı tehlikesini işaret ediyor.
Önemli bir başka gösterge “Satışlar” ve “İstihdam” arasındaki uyumsuzluk. Şöyle ki, son yıllarda, ülkemizde çeşitli etmenlere bağlı olarak, neredeyse yarı yarıya düşen satışlar karşısında, savunma sektöründeki istihdam hacminde, bir revizyona gidilmemiş. Örneğin son yıllara baktığımızda, toplam 25,000 dolayında olan çalışanımıza ilişkin sayıdaki oynama, sadece %5’lerde kalmış. Bunun kabaca yarısı işçi, beşte biri teknisyen.
Demek ki, söz konusu istihdam kapasitesindeki oynama; pazarın yarı yarıya küçülmesine karşın, yüzde birkaçtan ibaret... Çok daha üst düzeylerde olmakla beraber, ABD’nin, Avrupa’nın gösterdiği refleksleri, belli ki “kamu kurumlarımızdaki atalet” dolayısıyla biz gösterememişiz.
Savunma sanayiimizde, geriye kalan personelin yarısı mühendis, yarısı idareci... Bu da aslen üretici personel başına, idari destek personelinin bir hayli fazla olduğunu gösteriyor, dolayısıyla da bir refrom ihtiyacını işaret ediyor.
Böyle olmasına karşın, savunma işgücündeki mühendis sayısının nisbi düşüklüğü, “arge bütçesinin” “askeri teçhizat alımlarına” oranının (ki bu Batı’da %50 mertebesindedir), ülkemizde; dünyadaki yaygın değerlerin, neredeyse onda biri düzeyinde olduğunu gösteriyor.
İşçi ile tabii imalat yaparsınız; ama arge yapamazsınız. Arge yapmazsınız, “teknoloji” “transfer edersiniz”. Buna para ödemek demek; dışalım da yapsanız, imalâtı burada da yapsanız, elin argesine para ödemek demektir ki, transfer ettiğiniz teknoloji ayrıca, üç günde demode olurken, el biraz da sizin paranızla yeni teknoloji imal edip, onu ister istemez size hemencecik satmaya koşup, geliverir.
Ulusal Savunma Sektörümüzde Yeniden Yapılanma
Dünyada ister uluslararası, ister ulusal pazarda; müşteri; “ürün stabilitesi” (security of supply) özler. Buna mukabil satıcı ile alıcı tekellerinin yaşandığı savunma sektöründe, arz kanadında, bir biçimde “pazar stabilitesi ve güvence” beklenir. Yukarıda çizdiğimiz tablo, aslında ülkemizde, bunun gereğininin bir ölçüde olsun, yerine geldiğini gösteriyor.
Ne var ki, önce ABD’de yaşanan, sonra da Avrupa’ya, oradan da tüm dünyaya sıçrayan dönüşüm ihtiyacı, ülkemizin de gündemine, yeni yeni girmiş, ama henüz meyvesini vermeden ekonomik kriz ve doğal afetler ile kilitlenmiştir.
Süreç içinde, Türk Savunma Sanayii’nin odak noktasının, rutin mal ve hizmet üretiminden, arge yoğun sistem üretimine kaymasını, özlüyoruz. Aynı doğrultuda, Türk Savunma Teknolojileri ve Sanayii Tabanı’nın yerli yerine oturması, topyekûn ulusal sanayii ile bütünleşmesi, daha sonra üretici olarak, doğru ittifaklarla uluslararası konjonktürde, yerini alması, hatta ihracata açılması, beklenir.
Artık, ABD dinamikleri bir yana, Avrupa’daki büyük devletler bile yerli, ulusal şirketlerden ibaret bir arz yelpazesi modelini bıraktı... İhtiyaçlarını bütünleştirerek ortak arge yoluyla ve transnasyonal şirketler üzerinden, NATO vecibelerini ihmal etmeden, ulusal güvenlik için gerekli imkân ve kabiliyeti geliştiriyorlar... OCCAR (Organisme Conjoint de Cooperation en Matiére d’Armement), bu nedenle kuruldu. Söz konusu açılımlar özellikle havacılıkta meyvelerini veriyor...
Bu çerçevede şimdi, “Yeni Mevzuat İhtiyacı ve Buna İlişkin Model”den bahsedelim.
Bahse konu ulusal dönüşümde; “Strateji”, “Siyasa, Öncelik ve Esaslarının” yeniden belirlenmesi gerekmeyebilir; çünkü “Strateji Dokümanı” bunu kanımızca, zaten başarılı olarak yapıyor; sadece ara hedeflere yönelik model ve uygulama planı gerçekleştirilmesi gereği var.
İhtiyaç Makamı olan TSK’nın donatım ve lojistik gerekleri, siyasi ve askeri mülâhazalarla belirlendiğine göre, bu alanda da fazlaca bir değişiklik söz konusu değil. Ancak yeni Devlet İhale Kanunu; TSK’nın ihtiyacı olan Mal ve Hizmetler’in alımından sorumlu Milli Savunma Bakanlığı düzeyinde, savunma alımlarını kapsam dışı bıraktığından, yeni bir düzenleme kaçınılmaz olmuş, sonuçta alımlar Bakanlar Kurulu kararı ile, yeniden, evvelce yürürlükte olan statüye kavuşturulmuştur.
Batı’daki örneklere bakıldığında, ABD’nin Savunma Bakanlığı ve “Defense Acquisition Regulations” (DAR) kurgusu bir yana, Fransız DGA (Direction General D’Armement), İngiliz DPA (Defense Procument Agency) veya Alman BWB benzeri bir mekanizmanın, bizde de kurulmasına, öncelikle ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak böylelikle özelliği olan ürün ve projelerde, görev ihtiyaçlarına dayalı bir tedarik yönetim süreci işletilebilecektir.
Her hal-u kârda, yeni bir (“Acquisition” anlamında) Savunma, Tedarik mevzuatına ihtiyaç olmuştur. Bu husus; kanun, kararname veya yönetmelik düzeyinde bir düzenleme gerektirmektedir.
Batı’da benzerleri görüldüğü gibi, Tedarik Makamı ile Şirketler arasında Kamusal veya Özel bir “Endüstriyel Koordinasyon ve Uluslararası İşbirliği” otoritesine ihtiyaç vardır. Kanımızca Türkiye’de eksikliği hissedilen, işte bu fonksiyondur.
Ülkemizde savunma sektöründe yatırımcılar vardır. SSM, MSB, TSKGV, Milli-Özel Sermaye ve hatta Yabancı Yatırımcılar’ın şirket ve iştirakleriyle oluşan mozaik, halen aktiftir. Ancak bu mozaikte Savunma Sanayii Politika ve Strateji Dokümanı’nın öngördüğü katmanları oluşturacak unsurlar yoktur. Burada işte örneğin, Alt Sektör Bazı’nda, Ana Yükleniciler ile (bunlarla çalışacak olan) İhtisas ve Mühendislik Şirketleri aradındaki, keza Bileşen ve Hizmet Üretim Tabanı ile Bilim ve Teknoloji Tabanı arasındaki ilişkileri tanımlayacak, o arada yatırımları belirleyecek, sektör, alt sektör faaliyet ve ürün bazında performans değerlendirecek, bir koordinasyon otoritesinden söz etmekteyiz.
O halde büyük şirketlerimizin bir zamandır kendilerine yakıştırıp benimsedikleri, bir ulusal şemsiye model tanımına ihtiyaç var. Böylelikle, Tedarik Makamı ile Savunma Sanayii Kuruluşlarımız arasındaki köprü kurulabilir. Yanlış bir yoruma sebebiyet vermemek üzere, düşünceyi berraklaştıralım. Burada belli bir kurumu kasdediyor değiliz, temelde eksik gördüğümüz bir fonksiyonu işaret ediyoruz. Arz kanadı (yani yatırımcı ve şirketleri) ile, Talep kanadı (yani TSK’nın tedarik makamı olan MSB, yatırıma yönelik alımlarda ise SSM), arasındaki boşluğun doldurulması gerek. Bu fonksiyona her kurum, bir ölçüde katılabilecektir.
Sonuç ve Öneriler
Dünyada soğuk savaş sonrası dönemde, savunma sektöründe kökten bir dönüşüm süreci yaşanmıştır. Bu süreç sonunda temel kavramlar, terimler ve ilişkiler değişmiş, farklı model ve yapılanmalar uygulamaya geçmiştir.
ABD’nin başını çektiği bu dönüşüm, Avrupa’ya ve oradan bütün dünyaya yayılmış görünüyor. ABD ise, 11 Eylül sonrası, sistemli biçimde, dünya gündemini belirleyici hamleler içindedir .
Türkiye, Milli Savunma Sanayii’ne sahip ülkeler arasında olmayı, ulusal bir hedef olarak benimsemiştir; ne var ki bu uğurda, global değişim rüzgarlarını yakalamak zorundadır. Bunun için öncelikle ihtiyaç noktası ile üretici arasında amir bir yapı ve kurum gereklidir. Bu yeni modelde önerimiz; üretimin, KOBİ’lere bırakılmasıdır; aynı çerçevede sistem veya platform üzerine uzmanlaşacak büyük ana yüklenicilerin teknik ve finansal yönetim sorumluluğunu üstlenmeleri temin edilmelidir. Bu doğrultuda Ana Yüklenicilerin, Sistem Entegrasyon yoğunluklu, mühendislik hizmetlerine ağırlık vermeleri ve arge ve program yönetimi öncelikli çalışmalar gerçekleştirmeleri, yerinde olacaktır.
Devlet otoritesiyle belirlenen öncelik, hedef, strateji ve organizasyonda, ulusal işbölümüne oturmuş, bir dayanışma ortamına ihtiyaç vardır. Bu ortamda profesyonel bir planlama, denetleme, onay ve yatırım koordinasyon fonksiyonlarını karşılayacak, bir şemsiye kuruluşun gerekliliğini, dikkate getirdik.
Kendi (zaten olmayan) sanayiiden kuvvet almayan, silâh açısından dışa bağımlı bir Osmanlı İmparatorluğu’nun da; savunma sanayiini sivil sanayie entegre edememiş bir Sovyet İmparatorluğu’nun da, son toplamda, göçtüğünü anımsamakta yarar vardır.
Bununla beraber şu temel teoremi de behemahal kaydetmeliyizdir.
Teorem: Satın alarak dahi olsa, eğer başkasının silâhı ile savaşıyorsanız, günün birinde onun emelleri için savaşmak zorunda kalabilirsiniz.
Böyle bir dram da vardır.
Demek ki, savunma donanımımızı elden geldiğince, ne ki dikkate getirdiğimiz kıstaslar çerçevesinde, kendimiz varedeceğiz, buna gayret sarfedeceğiz.
O halde şu kademeli teorem ortaya çıkmaktadır.
Teorem: Tamamiyle “ulusal” bir yaklaşımla kurulacak, ya da “uluslararası” bir “ittifak” bazında geliştirilecek bir “savunma sanayii”; aşağıdaki “dört temel gereği” yerine getirmelidir
1) Sivil sanayie entegre olmalı, oradan kökler almalıdır.
2) Sivil sanayii besleyebilmeli, onu yükseltebilmelidir.
3) Kendi içinde entegre (bütünleşik), olmalıdır (yani kopuk kopuk ürünler imaline yönelik olmamalıdır).
4) İyisi, dünya pazarında rekabet edebilmelidir.
5) Kullanıcı ülke açısından “milli” olmalıdır (yani işte, yabancı ya da belli bir lisansla, yapılan bir silâh, söz gelişi, sırf, buna ait “elektronik bir karta” el konarak, battal edilebilinememelidir).
Buradaki ilk üç, hatta (ilk) dört koşul yerine gelmezse, ulusal ya da uluslararası, belli bir ittifak bazında gerçekleştirilecek bir savunma sanayii, ilgili ekonomiye büyük köstek teşkil eder.
Son koşul yerine gelmezse, silâh zaten, hiç lamı cimi yok, göstermelik demektir; merasim işlevi dışında pek bir işlevi yoktur.
Bu çerçevede behemahal çağrışan şu temel teoremi de kaydetmek yerinde olacaktır. ,
Teorem: Sivil sanayii ile sağlıklı biçimde sarmaşan bir savunma sanayii, bizimki gibi ülkelerde, yapımı çok daha üst teknolojik birikimler gerektiren taarruz silâhlarını değil, bilhassa savunma silâhlarını (örneğin işte öncelikle tank değil, tanksavar yapımını), öne çekmelidir.
Bu savımızla hiç bir biçimde stratejinin başlıca ögelerinden biri olan “Taarruz silâhlarımız olmasın” demekte değiliz. (Taarruz silâhlarımız tabii olacaktır. Onları, ne denli uzarsa uzasın, “ara bir dönemde”, gerektiğince ve tabii akıllıca, satın alabiliriz.) Burada, sadece “Savunma sanayii hamlelerimiz, sivil sanayii ile öteki türlü olacağına oranla saha sağlıklı bir uyum sağlamak zorunda olduğu için, öncelikle, savunma silâhlarının yapımını hedef almalıdır”, demekte olduğumuza dikkat edilmelidir.
Demin dikkate getirdiğimiz sanayii hiyerarşisi ile bağdaşmazlık, en kolay böyle bertaraf edilebilir.
Ayrıca taaruz silâhları, savunma silâhlarından yuvarlak bire yüz daha pahalıdır; bunlara ilişikin imalât tesislerinin gerektireceği yatırımlar arasında da benzer bir oran geçerlidir. Dolayısıyla, savunma silâhlarının yapımı nisbeten daha kolaydır; daha gerçekçidir; daha akılcıdır.
Savunma sanayiimiz alanındaki, demin belirttiğimiz, Gazi’nin bu konudaki şaşırtıcı bir vukuf ve derinlikle telaffuz ettiği düstur uzantısında serpilmiş olan gayretler, taa Cumhuriyetimiz’in kurulduğu ilk yıllardan beri, tabii ki, fevkalade takdire değerdir.
Burada Gazi’nin, barışçı karakteri ve felsefesi uzantısında, bir de (belirtmezsek eksik bırakmış oluruz), “En sağlam, ‘betonarme bir savunma sanayiinin’, en önce ‘yurtta ve dünyada istikrarın sağlanması’, en azından buna, azami gayretin sarfedilmesi ile, tesis edilebileceğine” dair temel düsturu, kaydetmeliyim. Yoksa, işte bize helikopter satanlar, götürür, terorist olarak kışkırttıklarına, roketatar veriverirler... Bize güvenliğimiz için ucuz fiatttan muhrip ikram edenler, husumet ayakta tutulmaya mesai sarfedilirken, komşumuza da gidip, “Bak ötekinin muhribi var, senin de muhakkak olmalı” diye, “gerekli bir çizgide” müşteri kızıştırdıktan sonra, ona da son toplamda, “soyluluk” pek tabii kendilerinde kalacak olarak, yine ucuz fiatttan muhrip ikram satıverirler...
Bütün bu denklemler saklı olarak, yine de savunma donanımımızı, elbette varedeceğiz. Ne ki, bugünümüzü, işte her bir savunma sanayii kalemi itibariyle, demin sırladığımız teoremlerin ışığında, tartacağız.
Sıralayageldiklerimiz arasında, bizce öne çekilecek teorem şudur.
Teorem: Satın alarak dahi olsa, eğer başkasının silâhı ile savaşıyorsanız, günün birinde onun emelleri için savaşmak zorunda kalabilirsiniz.
Sözlerimizi bu çerçevede, dikkate getiregeldiklerimiz saklı olarak, ortaya çıkan şu hayati teoremle noktalalıyoruz.
Teorem: Bir ordunun asıl gücü, sahip olduğu silâhlar değildir; bunları yapabilme kabiliyetidir
T. Yarman, F. A. Yarman, Savunma Sanayii, Dünya ve Türkiye I, Ulusal Strateji, Ağustos 2002.
T. Yarman, F. A. Yarman, Savunma Sanayii, Dünya ve Türkiye II, Ulusal Strateji, Eylül 2002.
http://www.antimai.org/rp/rpnice2000.htm
http://www.nafta-sec-alena.org/
http://www.metu.edu.tr/home/wwwstrat/gruplar/yazarlar/arastirmalar/nihatkarademir2.htm
http://www.defensenews.com
http://www.occar-ea.org/
T. Yarman, Savunma: Dünya ve Türkiye, TÜSES Yayınları, 1986.
T. Yarman, Nükleer Caydırıcıktan Akıllı Füzelere Yeni Stratejik Dengeler ve Türkiye, Harp Akademileri Komutanlığı Basımevi, Kasım 1987.
Son Yorumlar