« INTERNATIONAL CHERNOBYL SEMINAR | ÇERNOBİL’DEN YEDİ YIL SONRA TÜRKİYE... » |
GEÇMİŞTE VE BUGÜN:NÜKLEER ENERJİ TARTIŞMASI
Yazılar, Bilimsel ve Teknik Yazılar
GEÇMİŞTE VE BUGÜN:NÜKLEER ENERJİ TARTIŞMASI |
...
Daha sonra, ülkemizdeki “bugünkü durumu” ele alacağız. Halen karşı karşıya kaldığımız “elektrik kesintisi” sorununun, “enerji yetmezliğinden” değil, “dağıtım şebekesinin yenilenmesi gereğinden” kaynaklandığını göreceğiz ve “objektif olmanın önemini”, tartışacağız.
Bu arada, son iki büyük “nükleer kazanın” “saçma sapan nedenlerden” kaynaklandığını, bu durumda “güvenlik önlemlerinin”, “yeterince güvenilir” olup olmadığını, irdeleyeceğiz.
“Nükleer atıklar” ile “reaktör sökümü” sorunlarına değindikten sonra, “Ne yapmalıyız?” sorusuna bir yanıt vermeye çalışacağız.
Bu yazının, hemen herkesi ilgilendireceğini ümidediyorum.
T.Y.
“Atom Bombası”nın, İkinci Dünya Savaşı’nı kesin biçimde noktalamak üzere gerçekleştirilip, “patlatılması” uzantısında; “nükleer enerjinin”, enerji üretimi amacıyla kullanılması yönündeki çalışmalar, yoğunlaşıyordu.
“Bomba” birbirinden çok farklı, “iki yoldan” gerçekleştirilmişti. Birincisi, “doğal uranyumun”; asıl “fisil” (yani parçalanabilir) olup, yüzde birden daha az bir oranda içerdiği (toplam 235 nötron ve protondan oluşan) “Uranyum-235” atom çekirdeğinden yana, yüzde yüz, “zenginleştirilmesini” içermekteydi. Bu uğurda bir ekip (Tennessee Eyaleti’ndeki) Oak Ridge National Laboratory’de, geceli gündüzlü çalıştı; “bomba malzemesini” hazırladı.
Diğer yol; doğada bulunmayan “Plütonyum –239” atom çekirdeğinin; “doğal uranyum”un bir nükleer reaktörde “ışınlanmasıyla” elde edilmesini içeriyordu. Bu amaçla, ünlü Bilim Adamı Enrico Fermi yönetiminde bir ekip, (İllinois Eyaleti’nde) Chicago’da yeryüzündeki ilk “nükleer reaktörü” kurmayı ve çalıştırmayı başardı. “Plütonyum-239” üretimi, böylelikle gerçekleşiyordu.
Olayların berisinde, hele o günün oldukça sınırlı “dağarcığı” itibariyle, sergilenen bilimsel, teknik ve teknolojik başarı; konuya birazcık olsun girmiş olanlar açısından, inanın, “başdöndürücü”dür.
“Plütonyum-239”un; üretildiği nükleer reaktör içindeki fevkalade “radyoaktif” (ışınetkin) nükleer “yakıt elemanlarından” sıyrılması; ayrıca, üst derece müşgül bir “teknolojik başarıyı” sergilemekteydi.
*
“Nükleer enerji”, akıllara durgunluk verecek kadar çok “yoğun bir enerji”ydi. Atom çekirdeği parçalanıyor; bu sirada “madde enerjiye dönüşüyordu”.
*
“Nükleer” “çekirdeksel” demek. “Çekirdek tepkimelerini” içeren her tepkime, bu açıdan “nükleer” sözcüğü ile anılır.
“Atom Bombası”nın kökeninde, “ağır” atom çekirdeklerinin “bölünmesine”(fisyona) ilişkin tepkime yer alıyor. “Çekirdek bölünmesinden” çıkan enerji, o açıdan, “fisyon enerjisi” olarak, anılıyor.
Öte yandan “hafif” atom çekirdekleri; Güneşimiz’de, keza tüm “yıldızlarda” olduğu şekliyle, “kaynaşabiliyor” ve “nükleer füzyon (kaynaşma) enerjisini” açığa çıkartıyorlar.
“Hidrojen Bombası”nın kökeninde, işte, böylesi bir “tepkime” (hafif atom çekirdeklerinin kaynaşması ) yer alıyor.
Bu arada, “atom enerjisi”, ya da “atom bombası” deyimlerinin; (sırasıyla) “nükleer enerji” ve “nükleer bomba” deyimleriyle, yanlış biçimde “anlamdaş” olarak kullanıldığını, belirteyim. “Atom enerjisi” deyimi, nitekim “atoma ilişkin enerji” demektir. “Atom çekirdeğine ilişkin enerji” demek, değildir. “Kömür enerjisi” sözgelişi; “kömür atomunun” oksijenle birleşmesinden kaynaklanıyor olup; esas olarak “atom enerjisi” deyimiyle anılabilecek, bir enerjidir.
Bir “lazer bombası” yapılsa (ki lazer silahları üzerinde çalışıldığını biliyorsunuz), işte bu tam (lazer, atom düzeyinde bir olay olduğu için), “atom enerjisiyle” gerçekleşen bir bomba olur.
O açıdan, “atom bombası”na, daha doğru olarak “nükleer bomba”; bunun kökenindeki enerjiyi işaret etmek üzere ifade olunan “atom enerjisi” deyiminin yerine de, “nükleer enerji” demek uygundur.
*
Her neyse; ister “fisyon” (çekirdeksel parçalanma) yoluyla olsun, ister “füzyon”(çekirdeksel kaynaşma) yoluyla olsun; “nükleer enerji”, dediğim açıdan, “maddenin enerjiye dönüşmesi” bazında, çok “yoğun bir enerji” olma, özelliğindedir.
Bakın, örneğin, “1 kilogram Uranyum-235” içindeki atom çekirdekleri parçalanırsa; buradan 1000 Megawat (ya da 1 milyon kilowatt) ya da yuvarlak Keban Barajımız’ın gücündeki bir santralin, bütün bir gün boyunca üreteceği kadar enerji, açığa çıkar.
Diğer bir deyişle, 365 kilogram, yani hepsi hepsi, neresinden bakarsanız bakın, bir kucak dolusu (uranyum, gerçekten yoğun bir metaldir) Uranyum-235’le Keban Barajımız’ın, bütün bir yıl boyunca ürettiği kadar çok “ışıl enerji” sağlamak mümkündür.
Orta boy bir karpuz kadar “Uranyum-235”, ya da “Plütonyum –239”; koca bir kenti, yerle bir edebilmektedir.
Bu arada atom çekirdeğinin; bir “tırnak boyunun” yüzmilyonda birinin yüzbinde biri boyutunda olduğunu anımsatabilirim. Sözünü ettiğim bütün gelişmeler, işte böyle bir boyutta yer alan olaylardan kaynaklanıyor!
Müthiş değil mi?
Atom Denizaltısı
Enrico Fermi’nin Chicago’da, “Atom Bombası” yolunda, yeryüzündeki ilk nükleer reaktörü gerçekleştirmesinden sonra, “nükleer reaktör” konseptini, tabiatıyla öncelikle “askeri amaçlarla” geliştirme “fikri” öne çıkıyordu. Enrico Fermi’nin kurduğu ilk reaktörden sonra girişilen nükleer reaktör geliştirme çabaları; bir “Atom Denizaltısı” inşasını hedef almıştır.
“Atom Denizaltısı” deme, seyir sırasındaki enerji ihtiyacını, bünyesindeki nükleer reaktörden sağlayan denizaltı demektir.
“Nükleer enerji” fevkalade “yoğun” olduğundan; nükleer reaktörlü bir denizaltı; yaygın deyişle “Atom denizaltısı”; bir petrol türevi, örneğin mazotla çalışan olağan bir denizaltıya oranla , çok daha uzun süre su altında kalabilmekte, mesela kutbun altından (gerekirse aylar sürecek bir yolculukla), rahat rahat geçebilmektedir.
İste Enrico Fermi’nin nükleer reaktöründen sonra; “ilk nükleer reaktör projesi”, bir “Atom Denizaltısı”na konulacak nükleer reaktörü geliştirmek üzere; yine bir “askeri amaçla” ele alınmış olmaktadır. Söz konusu reaktör, daha sonra Amerikan reaktörlerine, bunun da uzantısında dünya reaktörlerine, damgasını vuracak olan (ayrıntıya girmeyecek olmamı hoş görün), “basınçlı su reaktörü” teknolojisini içermektedir.
Atom bombasının kökenindeki enerjiyi “dizginlemek” ve Keban Barajı gücündeki bir santralin yıllık yakıt ihtiyacını, hepsi hepsi, bir “küp” kadar “Uranyum-235”le, ya da bunun yuvarlak yüz katı kadar, yani şöyle bir orta boy “kamyona” sığacak ölçekteki “doğal uranyum” ile karşılayabilecek olmak; haliyle, duraksamamacasına caziptir.
*
Unutmayalım ki, “Keban Barajı” kapasitesinde bulunan bir petrol santrali yuvarlak “1 milyon ton fuel-oil”, gerektirmektedir. Aynı güçteki bir taşkömür santrali, yaklaşık 1,5 milyon ton kadar “taşkömürü” gerektirmektedir. Düşük kalorifik değerde “linyit” yakan termik bir santral, bu çerçevede yılda, kabaca 10 milyon ton; başka bir deyişle, dağlar kadar çok, “linyit” gerektirebilmektedir.
Böylesi bir santraldense; “çıkan duman” bir taraftan atılan “kül” diğer taraftan; problem üzerine problem yaratmaktadır.
Barış İçin Atom
İşte “nükleer enerji”; yeryüzündeki ilk iki tetiği “askeri” amaçla çekilmiş olsa da; açıkladığım çerçevede, gayet albenili bir “ilgi odağı” olarak; bilim adamları, siyasiler ve işadamlarının dikkatini, üzerinde toplamaktadır.
Bu sayede “Barış İçin Atom” sloganı, yalnızca ileri ülkelerde değil; geri kalmış ülkelerde de, 1950’lerin ortalarından başlayarak iyiden iyiye yükselmektedir.
Türkiye “atom enerjisine”, ilk eğilim gösteren, gelişmekteki ülkelerden biridir. Çekmece Atom Araştırma Merkezi; havuz içindeki küçük, 1 Megawatt (bin kilowatt) boyutundaki nükleer araştırma reaktörüyle birlikte, daha 1960’da, umut ve heyecanla açılmaktadır.
Bu tabii, Türkiye’nin çok lehine bir gelişmedir.
Şimdi yalnız, geriye otuz küsür yıl sonrasından bakınca, olayın “siyasi” boyutlarını (saygıdeğer teknik heves ve yönelişler, bunu hiç farketmemiş olsalar da), daha iyi görebildiğimizi sanıyorum.
Şurası bir vakıa ki; ABD, bize bir “reaktör vizesi” çıkartmasa; ne kadar küçük, ne kadar “bebek” olursa olsun, bir nükleer reaktörümüz olmazdı. Nitekim 1978’de, çeyrek Megawatt’lık (oyuncak) bir üniversite araştırma reaktörümüzün “nükleer yakıt izninin” çıkartılması için, ABD Dışişleri Bakanlığı nezdinde, ne kadar çok uğraştığımızı hatırlıyorum. (Başardık ama, gerçekten yok yere deveye hendek atlattık.)
ABD yönetimi neden acaba; ilklerden biri olarak, bize; “Küçük” olmakla beraber, bir nükleer araştırma reaktörü edinmemiz olanağını, o zaman (1960’da) bahşetti?
Olay; Türkiye’de “Jüpiter füzelerinin” konuşlandırılacak olmasını içeren bir “askeri nükleer evreyi” işaret ediyor. Daha o zamanlarda, Türkiye’de Sovyetler Birliği’ni topyekün imha edecek kadarçok nükleer silah bulunuyor. Bu silahlar dolayısıyla; Türkiye; bir “Sovyet nükleer tehdidi” altına alınmış durumda.
İşte bu sirada Amerika’dan, “bebek” boyda bir nükleer araştırma reaktörü ediniyoru; ABD bize, ülkemizde mevzilenmiş, sayılamayacak kadar çok nükleer bombası yanı sıra, küçük bir reaktör yolluyor; biz de “Barış İçin atom” yönelişine tabiatıyla “çok iyi niyetlerle” koyuluyoruz.
Şu anlattığım basit denklemleri, Türkiye’de o zaman, sanırım pek kimse hayalinden geçirmiyordur. Burada şunun altını önemle çizmek istiyorum... Hele o zamanlar, “siyasi” olmayan, bu arada “askeri boyutlar” taşımayan, hiç bir “nükleer yöneliş”, yoktur!..
Şunu belirtmeden geçemeyeceğim:
İster deneysel ister kuramsal, nasılsa hat safhada zor “nükleer tekniklere” gırtlağınıza kadar gömülmüşseniz; diğer bir deyişle, nötronlarla ya da entegro-diferansiyel denklemlerle oynarken; “nükleer siyaseti”, hiç ama hiç kestiremezsiniz.
İyi keman çalışarak, iyi darbuka çalınmıyor. İyi darbuka çalışaraksa iyi keman hiç çalınmıyor.
İyi darbuka çalmak için iyi darbuka çalışmak; iyi keman çalmak için de iyi keman çalışmak, gerekiyor.
Eğer bir “nükleer bilimci” olarak “nükleer siyasete” meraklı iseniz; laboratuvarınızdan, yahut karmaşıklığı şüphe götürmez denklemlerinizin içinden çıkıp, ayrıca “nükleer siyaset” çalışmanız gerekir.
İyi bir “nükleer siyasetçi” olmanız için, iyi bir “nükleer bilimci” olmanızsa, gerekmez.
Bir çok “nükleer bilimcinin”, hatta genelde çoğu “bilimcinin”, bilmediği başka türden denklemlerdir, bunlar. Hatta bu bilimcilerin pekçoğu, “formülsüz” yazıları, yazıdan saymamak gibi, bir “garabet” içindedirler. Oysa, siyaset malum, “difaransiyel denklemler” ve “entegrallerle” yazılmaz, yapılmaz. Siyasetin dili, başkadır.
*
“Ciddi” nükleer araştırma ve nükleer yönelişlerin olduğu yerde, olayın bütünlüğünü yönlendiren bir “nükleer siyaset” muhakkak, vardır.
Bizde bu olmamıştır.
Bütün kişisel çabalara dönük saygıyla ifade ediyorum; o zaman da işte, araştırma ve yönelişimiz “ciddi” değil, demektir. Böyle olunca, “başka bir siyasetin şemsiyesi” altında tutuluyorsunuzdur, zaten de “ciddiye alınmıyorsunuzdur”, demektir.
Askeri ve Sivil Nükleer Teknoloji Aynı Doğrultuda Gelişir
“Askeri” ve “sivil” nükleer teknoloji; amaçlar çok farklı olsa da, tıpatıp aynı doğrultuda gelişir. Bu, ilgili bütün ülkelerde, böyle olmuştur.
Eğer “sivil nükleer teknolojiye” sahipseniz, “atom bombası” yapabilirsiniz. Eğer, “askeri nükleer teknolojiye” sahipseniz, nükleer reaktörleri, rahatlıkla kurup çalıştırabilirsiniz.
Bu arada şunu vurgulamak isterim:
“Nükleer reaktör” satın alarak, “nükleer teknoloji” sahibi olufnmaz. “Anahtar üstünde teslim” nükleer reaktör sahibi, olunur.
Otomobil satın alınarak, “otomotiv teknolojisine” sahip olunuyor mu ki?..
Otomotiv teknolojisine, hatta “otomobil fabrikası” satın alınarak da, sahip olunmaz.
“Motor monte etmek” bir şeydir. “Motor yapmak”, başka birşeydir. Karbüratörü sökmek-takmak bir şeydir. Karbüratör teknolojisini geliştirmek, başka bir şeydir.
*
Şurası muhakkak ki; ABD’den başlayarak, bütün “ileri ülkeler”, atom bombasına sahip olmak amacıyla, bu uğurda, “askeri nükleer teknolojilerini” geliştirmek üzere, “dev adımlar” atarak birbirleriyle, çarpıcı bir “rekabet” sergilemişlerdir.
Ama dediğim gibi, “askeri nükleer teknoloji” ile “sivil nükleer teknoloji” özde birbirinin aynıdır; dier yandan, “nükleer enerji2, “yoğun bir enerji”dir. İşte bu iki nedenle, ileri ülkeler (barışçıl doğrultuda) “enerji üretmek” amacıyla peşpeşe, nükleer reaktörler inşa etmede, yarışmaya koyuluvermişlerdir.
İleri ülkelerin bu açıdan, örneğin “uçak imalatında” olduğu gibi, “ulusal nükleer reaktör sistemlerini” oluşturmadaki çabaları fevkalade ilginçtir ve roman konusudur.
İnsanoğlunun, askeri maksatla dahi olsa, geliştirdiği “nükleer teknolojiye”, sivil nükleer reaktörler kurmak için, “umut” bağlamasını; son toplamda, “olumlu” saydığımı, kaydetmek isterim.
Açıkladığım çerçevede, nükleer reaktörler neredeyse “pıtrak” gibi, Batı Bloku’nda, o arada tabii Doğu Bloku’nda ardarda elektrik enerjisi şebekelerine, bağlanayazdı.
Geri-Kalmışlar
Olaya, geri-kalmış ülkeler de çeşitli boyutlarda, haliyle, “heves” ediyorlardı. Atom bombası’nın patlatılmasından itibaren yirme sene, otuz sene geçmiş olmasına; bu arada başta ABD ve Sovyetler Birliği’nin, ikincil olarak da Fransa, Ingiltere ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin “kıtalararası balistik nükleer füzelerle” birbirlerini, karşılıklı “tartma” aşamasına tırmanmış olmalarına rağmen; geri-kalmış ülkelerin içinden, onca yoklukta, bir “avuç” Plütonyum için “maddi-manevi ulusal seferberlik” ilan edenlerin çıkmasına, gerçekten çok şaşırıyorum.
“Akla kara”birbirine karışmıştı bile. Gerçi süperler, geri-kalmış maiyet küçüklerine (nükleer araştırma reaktörleri gibi) “zararsız nükleer oyuncaklar” için “vize” veriyor ve onların bu açıdan gönüllerini alıyorlardı. Ama büyüklerin yanında küçüklerin “bomba” adlı “büyük oyuncağa” sahip olmalarına, izin verilmezdi... Verilmiyor da ...
Küçükler; büyükler tarafından hizaya getirilmek istenecek ve “Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması”nı (“Non Proliferation Treaty” veya kısaca NPT), imzalamaya mecbur edileceklerdi. Çoğu (Türkiye gibi), buna, ayrıca memnunlukla rıza gösterecekti.
Yine de nasıl olduysa, “yaramaz çocuklardan” bazıları, büyüklerin sözünü dinlemiyor ve “bomba macerasına” koyuluyor, bir-ikisi hatta bu yolda, ciddi başarı sağlıyordu.
Hindistan, buna en çarpıcı bir örnektir. Israil ve Güney Afrika’nın, nükleer silah sahibi olduğunu biliyoruz. Arjantin, nükleer silah yapabilecek kapasitededir. Pakistan, bombaya oldukça yaklaşmış olarak bilinmektedir. Bugünlerde ise, bomba konusunda Kuzey Kore’den sıkça bahsedilmekte....
Güney Doğu’muzda Saddam’ın bombaya, çok heves ettiği ortada. Ama, Saddam’ın, bırakın bombaya yaklaşmış olacağını bir yana; nükleer yola, bunun belli başlı gerekleriyle birlikte ciddi olarak revan olmuş bulunduğunu dahi, hiç sanmıyorum; Saddam heves ediyor, maliyet unsurlarını bu yönde mıknatıslamaya uğraşıyordu; hepsi bu kadar. (Önünde, öyle gitse ve tabii gidebilse, en az onbeş-yirmi yıl, vardı!)
Ama bakın, bundan onbeş-yirmi yıl önce Doğu komşumuz İran Şahı, onca petrol zenginliğine karşın, ülkemizin şimdi fiilen kullandığı kurulu güç kapasitesi kadar bir nükleer ağı, bu günlere dönük olarak İran’da kurmak için, senaryolar geliştiriyordu.
*
Şu Batılı stratejistler valla harika. İran Şahı’nın “karakter” özelliklerinin Batı’da bilgisayarlara yüklenmiş olduğunu, kesine yakın tahmin ederim. Adamın “egosunun” nasıl okşanıp yönlendirileceği; “psikoloji haritalarıyla”, şaşılacak ölçüde belirlenmiş olmalıdır.
Ona gidilip satış yapılacak; sonra, dönülüp komşular tahrik edilecek:
- Bak onun var, sen almıyor musun?, denilecek.
Sonra... Sonra, komşulara satış yapılacak ve tatlı kârlar, geri-kalmışların acıları pahasına, cebe indirilecek; bunlarsa, adeta, “ilikleri çekilerek” söğüşlenecekler!...
Bu sözlerimle “Akılcı, ulusal, enerji politikaları”, bu arada “nükleer bir politika meydana getirilemez”, demiyorum. Ama, “Etrafta hangi ciritlerin nasıl atıldığına dikkat etmeliyiz”, demek istiyorum.
Bakın, “hat safhadaki bir acı örneği” olarak Iran-Irak Savaşı, çok ibret vericidir. Taraflar savaşa tutuşmada ve kendi kendilerine gaddarca “kötülük” etmede ne kadar “kör” ise; birilerinin, fırsatı fırsat bilip, taraflara daha çok silah satmak üzere el oğuşturduğu, hatta menfur amaçlarla, mevcut yaraları kaşıyıp kundakladığı, işte maalesef o kadar gerçektir.
Hadi bundan geçelim... Ama örneğin bir Markos’a bakın. Filipinler’de güzelim Pasifik manzaralı muz bahçelerinin ortasına, Keban Barajı gücünde dev bir nükleer santral kurup; bunun duvarını da (nükte ile söyleyeyim) mora boyayarak; yoksul Filipinli’ye “fiyaka” yapmak istemedi de, ne yaptı, Markos?
Böylesi bir tavır, inanın Batı’nın siyaset psikologlarının gözünden hiç kaçmaz; harika bir biçimde değerlendirilir; Filipinler’in enerji planlamasına nükleer enerji “küt” diye, dahil ettiriliverir. Arkasından da, geri-kalmışlardan hangilerinin nükleer enerjiye yöneldiğine ilişkin “tablolarda”, ötekiler gibi Filipinler de, örnek olarak, gösterilir. Siz de buna bakarak, kendinize ilişkin çıkartsama yapar, düşünce geliştirirsiniz!..
*
Bütün bunlar bir yana... Nükleer enerjiye, 1960’ların sonlarından başlayıp 1970’lerin sonlarına doğru, iyice belirginleşen bir “ilgi” oluşmaktadır. Kurulu nükleer santraller, bir-iki pürüz dışında gerçekten çok iyi bir “işletme siciline” sahiptir. “Askeri amaçlarla nükleer enerji üretimi” ile “sivil amaçlarla nükleer enerji üretimi”, sanki artık iyice ayrışmıştır; en azından farklı farklı düşünülmektedir.
Nükleer Enerji Çare Oluyor...
Örneğin, Avrupa, “enerji” açısından hayli “çorak”tır. “Enerji darboğazları” kapıdadır. “Petrol üreticisi” ülkeler, özellikle de, Arap ülkeleri ayıkmışlardır ve “örgütlü” olarak Batı’nın canını sıkabilecekmiş gibi, durmaktadır. Fransa ve almanya, bu arada Japonya; Orta Doğu petrollerine bağlılıklarını “siyasi” olarak azaltma ihtiyacındadırlar. Fransa, nükleer enerji üretimine, kesinkes abanmayı, çıkar yol saymaktadır. Almanya, genelde Avrupa; “kömür yakan “termik santrallerin”, en önce baca gazlarından çıkıp başlarına “asit” olarak yağan, o arada “bitki örtüsünü” fena halde hırpalayan “sülfür oksitlerinden”, gına getirmiştir. Zaten “kömür hafriyatı” fevkalade zordur. Mesela Ruhr Havzası, neredeyse bir iç deniz çanağı gibi, inanılmaz bir şekilde kazılmış, oyulmuş, başkalaşmıştır.
Tabiatı, “kömür dekapajı” (kazısı) yüzünden başkalaştırması, bir yandan; “dumanının” çevreye verdiği zarar, diğer yandan; nihayet dağlar kadar “kül atığı”, bir diğer taraftan; “termik santraller” ; enerji üretiminde önemli bir yer işgal etmekle beraber; dehşetli bir “sorun” oluşturmaktadır. Bir termik enerji üretim devi olan Almanya’da işte, bu nedenle, “nükleer enerjiye” tutunma yolunu, seçmektedir. Almanya bu arada, enerji ithaline yönelmektedir. Bu girişim nedir ki, Batı patronu ABD’ye rağmen yapıldığı için, çok kısa zamanda “siyasi karar sahiplerini”, zorlayacaktır.
Sovyetler Birliği’nin durumu da, çok ilginçtir. Bu ülke petrol ve doğalgaz açısından çok zengindir. Şu var ki, Doğu Bloku’ndaki maiyet ülkelere “abilik” yapmanın bedeli, ağırdır. Sovyetler, bu ülkelere, özelikle petrolü, neredeyse “bedavaya” vermektedir.
Diğer yandan, Sovyet teknolojisi Batı teknolojisine oranla gitgide, geri kalmakta; Sovyetler’in “ihraç yeteneği”, dolayısıyla da “döviz” kaynaklarını, sınırlanmaktadır. Oysa, “petrol” ve “doğalgaz”, Sovyetler açısından ciddi bir döviz kaynagı olabilecektir. Sovyetler o nedenle, petrol ve doğalgaz kaynaklarını, elden geldiğince dışşatıma sunabilmelidir.
Pekiyi, Sovyetler, kendi ülkelerinde yahut Doğu Bloku ükelerinde enerji üretim amacıyla kullanılan petrol ve doğalgaz yerine ne koyacaklardır?
Sorunun cevabı, duraksamasız bellidir:
- “Nükleer Enerji”!
Sovyetler zaten “nükleer enerjide” bir devdir. Süper “askeri nükleer teknolojileri” yanı sıra , “sivil amaçla” kurulmuş nükleer santralleri, zaten vardır. Ama şimdi, daha çok nükleer santral, hem Doğu Bloku ülkelerinde hem Sovyetler Birliği’nde kurulacak; böylelikle Blok’ta daha az petrol ve doğagaz, elektrik üretimi amacıyla tüketelecek; böylelikle de daha çok petrol ve doğalgaz, dışşatıma sunulacak ve daha çok “döviz” sağlanacaktır.
*
Esasen dünya fosil kaynakları; yani petrol, doğalgaz ve kömür sonludur. Petrol ve doğalgaz kaynakları en azından kolay ulaşılabilenler açısından, yüzyıl dönemecinde, tükenmeye yakın gelecektir. Bilemedik, 21. yüzyıl ortasında bu kaynaklar, pratikçe tükenecektir. Kömür kaynakları biraz daha uzun süre dayanacakmış gibi durmaktadır. Ama onlar da, nihayet 21. yüzyıl sonlarına kadar, ancak yetebilecektir.
Bu durumda imdada, “hazır” ve “güvenilir” teknolojisiyle, “nükleer enerji” yetişmektedir.
Diğer bir deyişle:
“Enerji Talebi” – Alışılmış Kaynaklarla Sağlanabilecek Üretim” “Farkını Kapatacak Kaynak” = “Nükleer Enerji Üretimi” olarak, dünyanın birçok yerinde, öncelikle enerji kongrelerinde, Dünya Enerji Konferansı’nda öne çıkan “temel bir formül” oluvermektedir.
Daha 1970’lerin ortalarında, “nükleer enerjiye” yüklenmek istenen işlevi üstlenebilecek, yahut paylaşabilecek seçenekler üzerinde durulmaktadır. Ama bunlar nükleer enerjiyle, gerek hazırlık evreleri gerek potansiyel açısından, o aralar “boy ölçüşebilecek” durumda değillerdir. O nedenle de, “nükleer enerjiye”, ilave işlevler, yüklenmek istenmektedir. Konuyu ülkemize getirkeden, buna kısaca göz atalım.
Alternatif Enerji Kaynakları
Nükleer enerjiye alternatif; “alışılmamış enerji kaynakları”, olmaktadır. Bu deyim; bir yandan; “nükleer füzyon” gibi, “yıldızların oluşumunun”, bu arada “hidrojen bombasının” kökenindeki, “hafif atom çekirdeklerinin kaynaşmasını” içeren “nükleer tepkimenin”, kontrol altına alınmasını; diğer yandansa; güneş, rüzgar, dalga, gelgit, orman atıkları gibi, “yenilenebilir enerji kaynaklarının” devreye katılmasını, işaret etmektedir.
Bu aşamada; “bilim adamlarının” ne kadar “iyimser”; “otoritelerin” ne kadar “yanıltıcı” buna karşılık ise “siyasilerin” ne kadar “belirleyici” olduklarını, dikkate getirmek istiyorum.
Şu var ki, “düşünme” ve “seçenek oluşturma” özgürlüğümüz, hmen neredeyse iyte böyle bir çerçeve içerisinde, kalıplanıveriyor.
*
1977’de toplanan “X. Dünya Enerji Konferansı” Alışılmamış Enerji Kaynakları Bölümü’nün, Genel Raportörü’ydüm. Görevim, Konferans için, bu bölüme sunulan bildirileri “süzüp” , bir sonuca varmaktı. Bu uğraş; akademik yaşantımın en zevkli, en zenginleştirici başlıca uğraşlarından biri olmuştur. Şimdi sizi, bir parça oraya götürmek istiyorum.
*
1970’lerin ortaları; 1973 ve 1979 “petrol krizlerinin arasına isabet ediyordu ve bu açıdan çok ilginçti. Dünya; “enerji trendlerini”, iyice gözden geçirmeliydi. “Akılcı enerji kullanımı”, bu çerçevede “enerji tasarrufu”, öne çıkan kavramlardı.
“Enerji tasarrufu”; “daha az enerji kullanmak” değil;”aynı bir enerjiyle daha çok iş görmek”, anlamına gelmekteydi. Örneğin mekanı yalıtırsanız, orada daha az ısıl enerji tüketerek, aynı bir sıcaklığı koruyabilirsiniz. Gittiğiniz yolu da, aracınızın lastiklerini de iyileştirerek; araçla yol arasındaki etkileşmeyi olabildiğince iyileştirebilir, aynı bir mesafeyi, daha az benzin yakarak, katedebilirsiniz. Baca gazlarından tutun, büyük santrallerin soğutma sularına varıncaya kadar her türlü “atık ısıdan” ayrıca yararlanabilirsiniz.
Söz konusu yollarla, skoplara, o güne kadar hatırda hiç olmayan bir enerji kaynağı giriyordu: “Tasarruf Enerjisi”.
“Tasarruf” kavramı, “dünyanın kullandığı enerjinin” neredeyse “yarısının”, pekala “tasarruf” edilebileceğini, çok çarpıcı biçimde ortaya getirdi. Yanı, kullandığımız enerjinin yarısıyla; yaptığımız işlerin tümünü yapmak mümkün olmaktaymış meğer!..
*
“Tasarruf”, adeta “alışılmamış bir enerji kaynağı” olarak, “yeni enerjiler” arasında, yer alıyordu.
Ama fosil kaynaklar, her halde sonluydu. Bu yüzden “alternatif enerji kaynakları” üzerinde, enine boyuna durmak ayrıca gerekiyordu.
İşte bu noktada; kendi konularına mecburen iyice hapsolmuş; “özel çalıyma konularının” yerini, “genel” içinde tartmaktan, bir bakıma doğal olarak mahrum, “bilim adamlarının”; kendi ortamlarının şen, sağlıklı ve bir hayli de “çocuksu” dünyasında, ne kadar “gerçek dışı” ve “iyimser” olduklarını, görebilirsiniz.
“X. Dünya Enerji Konferansı”nın Genel Raportörlüğü’nü yaptığım “Alışılmamış Enerji Kaynakları Bölümü”ne, bildiri sunan, en ünlü dünya araştırma merkezlerinin önderi konumundaki bilim adamları; güneş, rüzgar, dalga, gel-git, jeotermal, füzyon; bunlardan hangisiyle (tam anlamıyla) hayatlarını geçirmekteylerse, o enerji kaynağının hemen neredeyse tek başına, insanlığın “imdadına” yetişmek üzere olduğunu, (içtenlikle) dile getiriyorlardı.
Sahiden öyle olsa, hiç mesele yoktu. Neredeyse “O mu olsun, bu mu olsun?” diye, bir tek “kura çekmeye” kalacaktı iş!..
Süzdüğüm makalelerdeki imzalar, öylesine büyük imzalardı ki, herhalde kimsenin aklına koca koca hocaların yahut bilim adamlarının “hayalperest” olabileceği, doğal olarak gelmezdi.
Örneğin “füzyon enerjisine” bakalım.
Füzyon Enerjisi
“Füzyon enerjisi” (daha önce belirttiğim gibi) yıldızların “hayatiyet” kaynağıdır. “Hidrojen Bombası”nın kökenindeki, enerjidir. Hafif atom çekirdeklerinin kaynaşmasıyla açığa çıkar.
Dünya denizlerinde, insanlığa pratikçe sınırsız bir süre yetebilecek kadar çok “döteryum” mevcuttur. Döteryum, bir nötron fazlası olan hidrojen atom çekirdeğidir. Kolayından anlatırsam; “Döteryum’la Döteryum’un kaynaşması”, işte, bir “nükleer füzyonu” (kaynaşmayı) oluşturmaktadır.
*
Tepkime temizdir, “Nükleer atık” bırakmamaktadır. “Kontrollü” ve “enerji geliri enerji giderinden fazla” olarak sağlanabilse, gerçekten harika bir gelişme sergiler.
1977’de hem Sovyetler hem Amerikalılar “füzyonun” kontrol altına alınmasının “an meselesi” olduğunu, ileri sürüyorlardı.
Elbette, hangisi bunu başarsa “stratejik” olarak, öne fırlayacaktı. En geç 1980’lerin başlarında, “başarı” bekleniyordu. Sonra bir “demonstrasyon reaktörü” kurulacak; “füzyon reaktörleri” ise, 1990 başlarından itibaren “ticari arenaya” çıkabilecek; önceki ”nükleer fisyon reaktörlerinin” pabucu, çok muhtemelen dama atılacaktı.
*
Füzyoncuların iyimserlikleri, istisna değildi. Onların yanı sıra; güneşçiler güneş, rüzgarcılar rüzgar, dalgacılar dalga, jeotermalciler jeotermal diyorlar; başka da pek birşey demiyorlardı. Olaya, genel perspektifle bakan “senaristler” ve “bilim adamları”, mevcut şablonlara hapsolup (şimdi bugünden geriye bakınca), gayet “yanlış sonuçlara” çıkabiliyorlardı.
Bir defa “talep tahminleri” hayli abartmalı ve yanlıştı. Diğer taraftan “kestirimler”; pekçok örneği itibariyle, “çıkar ve beklentileri”, elden geldiğince “gerçek” kılmak üzere, yapılıyordu.
Bilim adamları o arada, bir “dram” yaşıyorlardı. Araştırmalarını sürdürmek için “tahsisata” ihtiyaçları vardı. Tahsisatı, “siyasiler” kararlaştıracaklardı. Bilim adamları o nedenle, koca koca (bazen umutsuz) araştırmalarda “mutlu sona” yakın olduklarına inanmak ve bu doğrultuda siyasileri ikna etmek durumundaydılar. Bu da onları, olağan akademisyen tavırlarının tersine, ister istemez “subjektif” olmaya itiyor, bozuyordu.
Hızlı Üretken Reaktörler
Nükleer bilim adamları da aşağı yukarı aynı karakterdeydi.
Onların tezleri klasikti ve şöyleydi:
Fosil kaynaklar gibi, diğer kaynaklar da sonludur. Esasen artan dünya enerji talebini karşılamaya amade, “nükleer enerji”den başka seçenek yoktur. “Füzyon” dışında alışılmamış enerji kaynakları zaten ufak tefek katkıları, ancak sağlar. Onun için “nükleer enerjiye” ağırlık verilmesi kaçınılmazdır. Şu var ki, mevcut nükleer santrallerle, kurulması öngörülmüş nükleer santrallere; dünyanın “doğal uranyum kaynakları”, önümüzdeki yüzyıl ortalarına kadar ancak yeter. Pekiyi, ondan sonra, ne olacaktır? Klasik nükleer santrallerle, enerji üretim yolu izlenirse, demek ki, bir “çıkmazla” karşı karşıya bulunulmaktadır. Oysa doğal uranyumun içinde % 1’den az, esas fisil (parçalanabilir) atom çekirdeği olan Uranyum –235; % 99’dan fazla (nükleer enerji üretimine “doğrudan” katkısı pek bulunmayan), Uranyum-238 atom çekirdeği mevcuttur. Nedir ki bu çekirdek nükleer reaktörde yine fisil (bölünebilir) olan Plütonyum-239’a dönüşebilmektedir. “Nükleer yakıt elemanlarının” içinde enerji üretim sürecinde oluşan (yanmamış) Plütonyum, teknolojik olarak fevkalade zor olsa da “sıyrılarak”, kazanılmalı; kurulacak “Plütonyum Reaktörleri”nde yakılmalıdır. Bu reaktörler, “Hızlı Üretken Reaktörler” adını almaktadır; bir yandan Plütonyum yakmakta, bir yandan reaktör kalbini çevreleyen “doğal uranyum örtüsü” içinde, yakılan kadar Plütonyum üretebilmektedir. Böyle reaktörler, geliştirilmiş ve kurulmuştur. Hızlı Üretken Reaktörler, klasik nükleer reaktörler uzantısında benimsense; o takdirde, dünya uranyum kaynakları, yuvarlak “bire yüz” daha fazla değerlendirilebilecektir. Böyle olunca, dünya doğal uranyum kaynakları, gereksinmelerimize bin yıl bile yetebilecektir. İste ancak bu yolla, “nükleer enerji”, klasik çıkmazından kurtulabilir. Öyleyse “Hızlı Üretken Reaktörler”, bağıl hazırlıklar sürdürülerek geliştirilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır.
*
Nükleer bilim adamları ve senaristlerin pek çoğunun 1970’lerin sonlarına doğru düşünceleri iste, çoğunlukla, böyleydi. Şu var ki “Plütonyum reaktörleri” , çok “zor” reaktörlerdi; “sivi sodyum”la soğutuluyordu ve bir yığın “üst teknik problem” içeriyorlardı.
ABD’nin başına, o arada, çevreye radyasyon zararı vermemiş olsa da, daha yolun başında, bir “hızlı üretken reaktör kazası” geliyordu. Ünlü bilim adamı Fermi’nin adını taşıyan (bizim Silahtarağa gücündeki, küçükce) reaktör, “battal” oluyor; yaklaşımın astarı yüzünden pahalıya geliyordu.
Çok geçmedi, ABD hızlı üretken sistemi, genelde benimsememeye, karar verdi. Fransa, Japonya, İngiltere, Almanya, İtalya ve Sovyetler Birliği, bu yöndeki çabalarını sürdürdüler. Bu arada şu da var ki, Fransa, ünlü hızlı üretken reaktörü “Superphenix” i “güvenlik nedeniyle” devreden çıkardı. İtalya esasen, Çernobil sonrası, tüm nükleer santrallerini devreden çıkardı. İngiltere; hızlı üretken reaktörler, genelde nükleer enerji alanında, geri adım atmakta. Almanya ise, malum, “ekonomik ceremesi” ağır olmakla birlikte, nükleer programını “dondurdu”.
*
Her hal-u karda, nükleer bilim adamları tahminlerinde yanılmış olacaklardı. Ne “dünya enerji talebi” öngörüldüğü gibi hızlı, artacak; ne de tabii buna bağlı olarak “nükleer enerjiye” yüklenecek “işlev” sanıldığı kadar, hacimli olacaktı. Hele 1979 Harrisburg TMI (Pensilvanya, ABD) reaktör kazası, bu yetmiyormuş gibi bir de 1986 Kiev Çernobil (Sovyetler Birliği) Reaktör kazası vuku bulunca, “kamuoyunun” nükleer enerjiye dönük “korkusu” ve “tepkisi” artacak; nükleer enerjiye bağlanan “umutlar” belirgin biçimde gerileyecekti.
Sonuçta “talep ve nükleer enerji beklenti tahminleri” bir hayli yanılıyor; evdeki hesap çarşıdakine, hiç ama hiç uymuyordu.
Uzaya Güneş Panelleri ...
Bir yergi olarak söylemiyorum, ama, anlamamamız yerinde olur... Açıkladığım gibi, “bilim adamları” yarınlara dönük olarak hiç “gerçekçi” değildi. Geleceği, tasarlamak üzere ele alan “otoriteler” ve “senaristler” ise; hem de kaç açıdan, fena halde “yanılıyorlardı”.
Buna karşılık “belirleyici” olan yine de “siyasiler”di. Yalnız, siyasiler, gitgide artan dozlarda, yığınların tepkisini ve isteğini, dikkate almak zorunda kalacaklardı.
Aslında olaya yine de “kartellerin” (tekellerin) ve büyük “servet odaklarının” yön verdiğini görmek, gerekir. Pazara, ne isterlerse onu çıkarırlar (olumsuz bir anlamda söylemiyorum). Size o malı satmak için de, ellerinden geleni yaparlar.
Bakın örneğin, NASA (Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Kurumu), daha 1970’lerin sonlarından evvel “dünyanın etrafına”, her biri Keban Barajı kadar enerji sağlayacak, istendiği kadar çok “güneş santralini”, yerleştirmeye hazır olduğunu, bilimsel toplantılarda, gündeme getiriyordu. Ama böylesi bir güzel öneriye “siyaset cangılı”nda bir türlü geçit bulunamayacaktı!..
*
Güneş enerjisinin büyük ölçeklerde kullanılmasına ilişkin olarak ortaya konulan haklı iki eleştiriden biri ; bu enerjinin yeterince “yoğun olmaması”, bu arada “meteorolojik koşullara” göre “değişkenlik” göstermesi ; diğeri de haliyle “geceleri”, sağlanamayacak bir enerji biçimi olmasını, işaret ediyordu.
Bu sorunlar, “büyük ölçekte enerji depolaması” sorununu, öne çekiyordu. Gerçi söz konusu eleştiriler ve bağıl tenik sorunlar uzun vadede, üstesinden gelinemez özelikte, yahut “güneş enerjisi” seçeneğini gündemden çıkartacak “terslikte”, değildi. Yine de, güncelde “yoğun kullanıma yönelişi”, köstekliyordu.
NASA’nın önerisi böyle bir çercevede, ayrıca önem kazanıyordu. Bir defa, “Atmosfer perdelemesi” yüzünden, “güneş enerjisi” yeryüzünde, atmosfer dışında (uzayda) olduğundan, şöyle bir yuvarlak üç kat daha zayıftı. “Güneş panellerinin” uzaya yerleştirilmesi halinde, o takdirde daha baştan, yuvarlak bir üç kat daha, karlı çıkılacaktı. Uzayda tabiatıyla, meteoroloji koşulları da yoktu. Güneş enerjisi geliri, “değişken”, değildi. Fazla olarak, “gece-gündüz farklılığı” , rahatlıkla giderilebilirdi. Nitekim, nasıl ki, Dünya gecelerinde Ay’ı görebiliyoruz; başka bir deyişle, Ay Güneş’ten aldığı ışını, bizim gecelerimize yansıtabiliyorsa; uzaya yerleştirilecek “güneş panelleri”, uygun açılarda yönlendirilerek, Dünya’ya, geceleri de pekala güneş enerjisi, sağlanabilecekti.
Güneş enerjisi, bu panellerde toplandıktan sonra, atmosferden geçişte “enerji yitiğine” meydan vermemek üzere, “mikrodalgalara” cevrilecek; mikro dalgalar yeryüzündeki istasyonlarda istenen tür (ister elektrik, ister ısıl), enerjiye dönüştürülebilecekti.
NASA’nın projesi, kısaca buydu.
Proje olmalıydı-olmamalıydı, kolaydı-zordu, iyiydi-kötüydü, demiyorum. Bütün bunlar tabii, tartışılır. Ama bir başka noktanın altını çizmek istiyorum. Olaylara çoğu kez, “teknik” ya da “ekonomi”, yön vermiyor değil. Şu var ki bunların üstünde işte, “siyaset şemsiyesi” var; bunu görelim, diyorum.
NASA’nın dikkatinize getirdiğim projeyi, doyumlu düzeyde hazır kılmış olmasına rağmen; nihai karar “siyasi odakların”, yahut bunlar üzerinde etkili olan, “baskı gruplarının” oluyor.
Hep düşünmüşümdür. Eğer “Atom bombası” değil de, “Güneş Bombası” yapılsaydı, yöneliş çok muhtemelen “nükleer enerjiye”, değil, “güneş enerjisine” olacaktı.
*
1970’lerin sonlarında ve 1980’lerin başlarında Batılı enerji siyasetçilerinin en çok konuştuğu konulardan biri, “Orta Doğu petrolünü” mümkün mertebe hızla tüketmek; böylelikle ondan da, Orta Doğu’nun sorunlarından da, kurtulmak “stratejisi” üstünde, toplanıyordu.
“Petrol”den dolayı Orta Doğu’nun başına, (bu arada bizim başımıza) gelmedik kalmadı, denilebilir. Bu yüzden buradaki siyaset, o kadar girift bir yapı kazanmıştır ki, “kavramak” kolaydan hiç mümkün değildir.
*
Siyaset bazındaki denklemleri bilmeden, sırf teknik ve teknolojik akıl-yürütmelerle, enerji meseleleri, konuşulmaz. Emek verip, dirsek çürütüp, meselenin belirleyici siyasal özelliklerini araştırmalısınızdır, öğrenmelisinizdir. Yoksa, kulaktan dolma bilgileri, oradan oraya aktarmakla kalırsınız. Kendinizi, mevcut koşullanmaların “etki alanından”, farkında olamasanız da, sıyıramazsınız.
Konuyu şimdi, ülkemize, getireceğim.
Türkiye...
Bizimki gibi bir ülkede, enerji sorunu çerçevesinde “birkaç noktayı” bir arada değerlendirmek gerekiyor. Birincisi “kalkınmak” zorundayız. Bu, “Kalkınmanın doğrultusunu tartışmayalım, belirlemeyelim”, anlamında değil... Şu var ki her açıdan, imkanları, bugünküne oranla daha “ferah”, bir ülkeyi yapılandırmak, öndeki bir ereğimizdir.
Diğer taraftan, hala daha işte, ancak dünya ortalamasının civarında, enerji tüketen bir ülkeyiz. Enerji tüketimimizi arttırmak istememiz doğaldır. Kişi başına, Avrupa’nın yuvarlak beş katı, Amerika’nın yuvarlak on katı kadar daha az, enerji tüketiyoruz.
Demek ki, evet, daha fazla enerji üretmenin hazırlıklarını sürdüreceğiz.
Şu var ki, “enerji” , sırf enerji üretilsin diye, üretilmez. Kapınızda daha fazla enerji varsa, ama siz onu kullanamıyorsanız, bu “olumlu” bir gelişme değildir!..
Ayrıntıya girmeyeyim... Bizde biraz öyle olmuştur... Enerji yatırımları “yetersiz” kaldığı için, 1970’lerin sonrasında pek çok “sanayi tesisimiz” enerjisiz kalmış, “yarı kapasitede” çalıştırılabilmiştir. Hatta o aralar, örneğin İstanbul’da semtler geceleri, “dönüşümlü” olarak belli aralıklarla mecburen karanlıkta bırakılmıştır.
Sonraki evrelerde ise; enerji yatırımları, sanayi yatırımlarının önüne çıkmış; “fazlalık enerji” oluşmuştur.
Hal-i hazırdaki, kurulu elektrik enerjisi kapasitemiz, yuvarlak 20.000 Megawatt’tır. Bununsa (halen), fiili olarak, yarısı kadarı kullanılabiliyor.
Enerji yatırımları”yla “sanayi yatırımları”nı “paralel” götürmek, gerçekten oldukça zor bir “planlama uğraşı” içerir. Ama bunu iyi yapamazsanız (tüm olumlu çabalara dönük saygıyla ifade ediyorum); o zaman işte, ya kurduğunuz sanayiyi enerjisiz” bırakırsınız; yahut “ürettiğiniz enerjiyi verecek sanayii” bulamazsınız.
O nedenle belli miktarlardaki “enerji tüketimi”, belli düzeylerdeki “kalkınmışlıkla”, eşanlamlıdır. Birisini, öteki olmadan düşünmez ve amaçlayamazsınız. Bu, çok basit, ama fevkalade temel bir denklemdir.
Bu denklemi görmezden gelerek:
- Kişi başına düşen enerji tüketimimiz çok az. Behemahal enerji santralleri kurmalıyız, diyerek, hiç bir yere varamazsınız.
Bu açıdan “enerji talep tahminlerinin”, nihai erekler bir yana, “gerçekçi” olması önem taşıyor.
*
Enerji senaryoları geliştirecekseniz, ilk girdi, haliyle “talep tahmini”dir.
Enerji senaryolarında ikinci girdi, topluca ifade edersek; “ulusal ve uluslararası konjonktür”dür. “Konjoktür” sözcüğü, “yapısal özelliklerin” tümünü birden, işaret ediyor.
Bu özellikler “enerji arzını” (sunuşunu) çerçeveler. Sununun “güncele” ve “geleceğe” yönelik boyutları vardır. Boyutlar, basit değildir. Hele geleceğe yönelik boyutlar, hiç basit değildir.
*
Ülkemizde, geleceğimize dönük “enerji tasarıları” üzerinde düşünenler, en önce iki “temel veriyi” önlerine koymuş ve bunların “farkı” üzerine, zihin yormuşlardır. Bu veriler bir yandan “enerji talebi”, diğer yandansa “yerel kaynaklarla sağlanabilecek enerji üretimi” olmaktadır. İkisinin “farkı” ileride eğer bir “açık” gösteriyorsa; o zaman haliyle, bu açığın “hangi yolla” kapatılacağına ilişkin, “tasarılar” geliştirilmektedir.
Ülkemizde Nükleer Tasarılar ...
1970’lerder, hatta 1960’lardan günümüze bakan birçok uzman, bu açıdan, dünya trendleri ve konjoktüründen de etkilenerek,
“Enerji Talebi” – “Yerel Kaynaklarla Sağlanabilecek Üretim” “Farkını Kapatacak Kaynak = “Nükleer Enerji Üretimi”,
formülünü, benimsemiş ve savunmuşlardır.
Bu formülde yol boyu, açıkladığımız şekilde, dünyaya ilişkin olduğu kadar, ülkemiz üzerine de izdüşülebilecek “doğrular” vardır. Ama göreceğimiz gibi, ciddi “yanlışlar” da vardır.
*
“Enerji talebinin” muhtemel “seyri”, ilgili devlet kuruluşlarınca çalışıldıktan sonra, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından onaylanıp, baz alınmaktadır.
Benzer biçimde “yerel kaynaklarla sağlanabilecek üretim”; bir koldan, “su potansiyelimize” ilişkin olarak, Devlet su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü; diğer bir koldan, “kömürlerimize” ilişkin olarak, Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) Genel Müdürlüğü; bu arada Maden tetkik ve Arama Enstitüsü (MTAE) Genel Müdürlüğü, sonuçta da Elektrik İşleri Etüd İdaresi (EİEİ) Genel Müdürlüğü, Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) Genel Müdürlüğü, Enerji Bakanlığı’nın ilgili daireleri ve DTP tarafından; çalışılıp, süzülüp, gözden geçirilip; ardışık yakınsamalarla belirlenip, kabul edilip, ilan olunmaktadır.
1970’lerin başlarından, söz kounusu sayılara bakılırsa, yüzyıl dönemecine yönelik, hal-i hazırda fiilen kullanılan, elektrik kurulu gücümüz kadar, bir “açık”, görülmektedir.
Bunca büyük bir açığı kapatacak, “nükleer enerjiden” başka bir seçenek (o ünkü yaklaşıma göre), yoktur!..
Bu amaçla TEK bünyesinde Nükleer Santraller Dairesi kurulmakta, ve (bugünlerde Türkiye’de inşa edilmesi, hatta işletmeye alınması öngörülen) nükleer santrallerin ihale hazırlıklarına, girişilmektedir.
Girişilmektedir, ama (olaya heyecanla kilitlenmiş uzmanların güzel çabaları saklı olarak), yaklaşımda birçok “sakatlığın” bulunduğu azar azar idrak edilerek, onca heves ve çabadan sonra, TEK Nükleer Santraller Dairesi, Türkiye’nin nükleer enerjiye ihtiyacı olmadığı gerekcesiyle, lağvedilecektir.
Ne olmuştur da, böyle davranılmaktadır?
Olan, bir defa kestirme deyişle, “nükleer enerji gerekliliğini” savunan, az önce dikkate getirdiğimiz formülün, birazdan ayrıntılandıracağımız biçimde “ıskartaya” çıkartılmasıdır.
Nükleer enerjiyi, “tutku” düzeyinde savunanlar, devletin kimi kademelerinde, şu nedenle veya bu nedenle az veya çok “ilgi” uyandırmış olsalar da, son toplamda sanırım, pek “ciddiye” alınmamışlardır. Atom enerjisi alanında sorumluluk yüklenmiş olanlar, diğer taraftan, eğer konuyu sahiden ciddiye almış olsalardı; herşey bir yana, bir defa (bireysel çabalara dönük takdir hissimizi saklı tutarak belirtelim); Atom Araştırma Merkezlerimiz; doğru düzgün, verimlilikle olgunluğu yaşamadan, kavruklaşmaz, kırışmaz; vasat-altındalığın kol gezdiği, nikbinlik duyguları ve amaçsızlıklar içinde, pörsümeye kalmazdı!..
Esas olarak şu var ki :
“Enerji talebi” – “Yerel Kaynaklarla Sağlanabilecek Üretim”
farkının, keza bu farkın,
“Nükleer Enerji Üretiminden Başka Bir Yolla Karşılanamayacağı” savının üstüne oturtulan, “Ulusal Nükleer Enerji Senaryosu”nun, “girdileriyle”, bir parçacık dahi oynanmasıyla, “sonuç tablo”, tamamiyle değişebilmektedir.
Varsayımlar
Belirlediğimiz çerçevede zimnen (gizlice) “üç varsayımda” bulunulduğu, vurgulanmalıdır. Birincisi “ulusal elektrik enerjisi talebi”, ikincisi (bunu karşılamada) “ulusal kaynakların yetersizliği”, üçüncüsü de “bu ikisinin farkının nükleer enerjiden başka bir enerjiyle giderilmesinin mümkün olmadığı”...
Bir an, üçüncü varşayımın, epey açtığım “dünya enerji konjoktürü” itibariyle, bundan 15-20 yıl önce bugünlere bakıldığında, “geçerli” olduğunu, düşünsek bile ; ilk iki varsayımla “bir parçacık” oynaması halinde; “nükleer enerji” ya da bir başkası, herhangi “ilave” bir kaynağa şöyle bir on yıl, pekala hiç ihtiyaç duyulmayacak, olunabilmektedir.
Bir defa nitekim, 15-20 yıl öncesinden bugünlere dönük “talep tahminleri”, yuvarlak “bire iki” kadar, “yanlış” yapılmıştır. Sırf buradan kaynaklanan fark dahi, “nükleer enerji” gibi ilave, ithal bir seçeneği, “behemahal” devreye katma zorunluğundan bizi uzaklaştırmaktadır.
“Talep tahminlerinde” yeterince gerçekçi olunmayabilir. Tabiatıyla, gerçekçi olanmalıdır ama, geleceğe dönük “kestirmelerde” bulunmanın, kendine özgü “zorlukları”, vardır. Bakılırsa, talep tahminleri yalnız ülkemizde değil, bütün dünyada, yeterince gerçekçi olmamıştır. Bu bakımdan bizde de enerji talep tahminlerinin yeterince gerçekçi olmamasını, bir ölçüde anlayışla, karşılamalıyız.
Meselenin bir boyutu, budur. İkinci bir boyutu var ki, ona da değinmeliyim.
Geçmişten bugünlere dönük, enerji talep tahminleri yapanlar, bize göre doğrusu , “ciddi kusurlar” sergilemişlerdir. (Bunu, inanılacağına güvenerek ifade edeyim, yergi için değil, ders çıkartmak için dikkate getiriyorum.) Önemli bir kusur; “enerji talep tahminleri”yle, “gayri safi milli hasıla” gibi, “ana bir ekonomik gösterge” arasında “uyumun”, yeterince göz önünde bulundurulmamış olmasıdır. Böyle bir ölçüt, esas alınmayınca da; örneğin 15 yıl öncesi, 4000 Megawatt’lık bir elektrik gücüne “nasıl” çıktığımıza ilişkin “yapay matematiksel trend formülleri” belirlemeye çalışılıp; bu formüllerle yüzyıl dönemecine doğru nasıl tırmanılacağına dair, “olayın doğasını” karşımıza işte en az bire iki yanılmalı, dolayısıyla onbinlerce Megawatt (gereksiz) “ilave” elektrik kapasiteleri, bir “zorunlulukmuş” gibi çıkartılıvermiştir.
Hayatın içinde oluşan koşullarsa, çok geçmeden bunun böyle olamayacağını hepimize öğretecektir.
Kısaca günümüze ve sonrasına dönük olarak 1970’lerin başlarından yapılan enerji talep tahminleri, iyi niyetler saklı olarak, çok yanıltıcıdır.
*
“Nükleer enerjinin gerekliliği savının” kökeninde olarak, tartışmak istediğimiz ikinci varsayım, “ulusal kaynaklarımızın talep karşında yetersizliği”, varsayımıdır.
Talep tahminindeki yanlışlık bir yana; talebi karşılama konusunda, ulusal kaynakllarımıza , özellikle de hidropotansiyelimize atfedilen “işlev” de, çekimserlik ve temkinden olacak, önemli ölçüde yanlışlıklar içermektedir.
Kestirmeden ifade edeyim; hala, neresinden bakılırsa bakılsın, en kötümser bir tahminle bile, hidro potansiyelimizin beşte biri, termik olanaklarımızın yarısı, ancak değerlendirilmiş olup; kurulu gücümüzünse (şimdilik) yarısından biraz fazlası kullanılabilmektedir.
Öyleyse ne “talep” sanıldığı kadar, “yüksek” seyretmiştir ve seyredecektir; ne de “ulusal kaynaklarımız” şöyle bir yirmi yıl daha “yetmezliğe” girecektir. Dolayısıyla ülkemize, yüzyıl dönemeci civarında, evvelce öngörüldüğü şekliyle, 10.000 Megawatt gibi, bizim açımızdan “dev”sayılacak bir “nükleer güç” ağının kurulması, “zorunluluk” olmaktan kesinlikle çıkmakta, hatta bu şekliyle, gerçekle hiç bağdaşmayan bir “fantazi” özelliğine sıkışmaktadır.
Konjonktür Değişmiştir !..
Gerçekten ulusal kaynakların gidermeye yetmeyeceği bir “enerji açığı” olsa; ülkemizdeki “nükleer enerji” üretimi ayrıca, acaba, “kaçınılmaz tek seçenek” mi olmaktadır? Sorunun cevabı belki, 1970’lerin sonunda, açıkladığım “dünya enerji konjoktürü” itibariyle “Evet” olarak, verilebilirdi. Ama “konjoktür” bugün çok değişmiştir. Bunu da, iyi anlamak ve değerlendirmek gerekir.
Bir defa o günlerden bugünlere bakıldığında, hiç akla gelmeyen gelişmeler, ortaya çıkmıştır. Taa Sibirya’dan tüm Avrupa’ya ve ülkemize “doğalgaz” taşınmıştır. “Irak petrolü” İskenderun’a aktarılmaktadır. Bununla at başı, “İran petrolünün” Akdeniz’e taşınması, tasarlanılmaktadır. Bu arada “Azerbaycan petrolünün”, “Türkmenistan Doğalgazının”, keza “Kazakistan petrolünün” Türkiye’yi katederek Akdeniz’e bağlanması, fevkalade “sıcak” bir konu olarak, gündemdedir.
Diğer yandan, “Katar doğalgazının” ülkemizden geçirilerek Avrupa’ya verilmesi öngörülmektedir.
Türkiye, andığım gelişmeler çerçevesinde, çeşitli “enerji hatlarının” üstünde kesiştiği fevkalade ilginç bir “odak” özelliğini daha şimdiden kazanmakta ve “jeopolitik” önemde, yükselmektedir.
Tabii şu var ki, “bölge siyaseti” ve bizim cazibemizle yaptırım yeteneğimiz, söz konusu gelişmelere, ne ölçüde “geçit” aralayabilecektir, hemen bilinmez.
Esasen ülkemiz, özellikle de Doğu Anadolumuz, Orta Doğu’nun en zengin “su kaynaklarına “ sahiptir.
“Su zenginliğimiz” bir yandan; topraklarımıza, kaç yerden, “petrol” ve “doğalgaz” nakli diğer yandan; bu arada yanıbaşımızdaki “petrol yatakları” başka bir yandan; öteki sorunlar yanı sıra, Doğu ve Güney Doğu Bölgemiz üzerindeki “hevesleri” azdırmaya ve bölgenin “istikrarsızlığa” itilmek istenmesine; fena halde ve artacak dozda, “sebep” olma özelliği edinmektedir.
Böyle olmakla beraber, “dünya enerji konjoktürü”, özellikle bölgemizde, önceden hiç beklenmedik gayet özgün bir dizi “siyasal gelişmeyi” öne çıkartmış olarak, hızla değişegitmektedir.
*
Dışımıza bakacak olursak, bu arada; nükleer enerjinin karşısına, çok dramatik kazalar yüzünden, yer yer hiç azımsanmayacak bir “kamu tepkisi” çıkınca; hükümetler, biraz da “hobi” olsun diye ele aldıkları “alternatif enerji kaynaklarına”, özellikle güneşe, rüzgara, artık çok daha kapsamlı yaklaşımlarla eğilmektedirler. Örneğin güneş açısından iyice yoksul sayılabilecek bir İsveç dahi, “Nükleere Karşı Güneş” temalı, bir tez geliştirmektedir. (“Solar Versus Nuclear, Choosing Energy Futures”, Secreteriat For Future Studies, 1980, Stokholm, İsveç) . Diğer bir yandan, İsveç’in 2010 yılına kadar tüm nükleer santrallerini “halk oylamasıyla”, kapatmaya karar vermiş bulunması, kayda değer sayılacaktır.
Türkiye’de de “güneş enerjisi” 1970’lerin sonlarından itibaren gündeme oturmaktadır. Aslında Türkiye tek başına tüm, Güney Avrupa ülkelerinin gördüğünden iki kat daha fazla “güneş” almaktadır. Bırakın başka amaçları bir yana; sırf “sıcak su eldesi” için dahi çatılara yerleştirilecek “ğüneş panelleri”; kömür, linyit, fuel-oil, mazot; kullanılan her ne ise, onun yerine önemli bir “ısıl tasarruf” sağlayabilecektir. Nitekim böyle de olmuştur. 1970’lerin sonlarındaki tek tük uygulamaya karşın, şimdi tüm Ege ve Güney sahillerimizdeki konutların hemen hepsinin çatısına yerleştirilmiş paneller, güneşten rahatlıkla, birkaç termik santralin ürettiği enerjiye eşdeğerde, enerji sağlayabilmektedir. Oysa, büyük ölçekte enerji tüketimi planlayan senaristlerin skopunda, böyle küçük küçük, “damlaya damlaya göl oluşturacak” seçenekler, pek yer almamaktadır.
Şu da var ki; “güneş enerjisi” alanında, çok zengin olanaklara sahip olan “ülkemiz”; uzun vadede; akılcı, teknik ve siyasi, “dengeli işbirlikleri” ve “gelişmelerle”, bugünden yarına değil ama, bugünden 20-25 yıl sonrasına dönük; yalnızca kendisi için güneş enerjisi elde etmekle kalmayacak, aynı zamanda (örneğin, güneş enerjisiyle sudan sağlanacak “hidrojeni” sıvılaştırıp pompalamak suretiyle) Avrupa’ya, özellikle de enerji açısından “kurak” Almanya’ya pekala, “güneş enerjisi ihraç edebilecektir”.
Bu konudaki bir tezi, daha on yıl önce çalışıp Türk kamuoyuna ve Avrupalı ilgililere duyurduğumu enğmsatmak isterim.(58-62)
Bu sözlerimle;
- Nükleer enerjiyi unutalım, güneş enerjisine bakalım” demiyorum.
Nükleer enerjiyi de unutmayabiliriz, güneş enerjisine de bakabiliriz. Bu başka,
Yalnız:
- Konjoktür çok değişti, değişegidecek; ayrıca değiştiriledebilecek; bu bakımdan (daha on yıl önce ifade ettiğim şekilde) nükleer enerji düşüncede olsun, bir zorunluluk olmaktan çıkmıştır; dünyada olduğu gibi ülkemizde de siyasi bir tercih konusu olmuştur, diyorum.
Siyasi Tercih
Aslında tabiatıyla herşey, bir “siyaset” konusudur. Siz, birçok sebepten, o arada “atık sorunundan” dolayı, atom çekirdeği parçalanması bazında oluşan “nükleer enerjiyi” istemeyebilirsiniz. Buna karşılık, yıldızların, güneşimizin özündeki, “atık açısından” sorunsuz (alışılmamış enerji kaynaklarını açıklarkentanıttığım), çekirdek kaynaşması bazında oluşan “füzyon enerjisini” isteyebilirsiniz.
Ama teknik olarak bunu sağlayamıyorsunuzdur. Başkaca seçeneğiniz yoksa, o zaman mecburen, nükleer enerjiye yüklenirsiniz. Yahut elektriksiz kalmayı, mum yakmayı seçebilirsiniz.
Bunlar da kuşkusuz birer siyasi tercihtir.
Varsa, alternatif enerji kaynaklarınız, nükleer enerjiye oranla (gerçekten de birçok örnek itibariyle olduğu gibi), daha pahalıya geliyordur. O zaman yine, çok istekli olmasanız da, nükleer enerjiye yönelebilirsiniz. Bu da bir siyasi tercihtir.
Başka şeyler de yapabilirsiniz. Nükleer enerjinin birçok yararı vardır. Bunları benimsemişsinizdir. Ama örneğin “kazalar”, ya da “atık sorunu”, canınızı çok sıkıyordur.
İşte malum, Napolyon askere sormuş:
- Topun, neden ateşlemiyor.
Asker yanıtlamış;
- Çok sebebi var, komutanım.
Napolyon:
- Nedir ?
Asker:
- Barut yok, diye nedenleri sıralamaya koyulunca, Napolyon sözünü kesivermiş.
- Bu kadar yeter, başka sebebe gerek yok, demiş.
Biraz bunun gibi, siz de “başkaca bir sebep” gözetmeksizin, ama “temel bir kaygıdan” dolayı, “nükleer enerjiyi” gündemden düşürmek isteyebilir; ilk elde pahalı olmakla beraber, bir başka seçeneğe, mesela “güneş enerjisine” yönelebilirsiniz. Bu da kuşkusuz bir siyasi tercihtir ve bunu ciddi ciddi düşünen çok bilim adamı, çok kamuoyu. Çok hükümet olmuştur.
*
Başkaca birşey daha yapabilirsiniz. Örneğin Fransa, Almanya, Japonya yahut Sovyetler Birliği’ni, örnek alabilirsiniz. “Kömür santralleri”; dedigimiz gibi; kömür dekapajından tutun da; dumanına, asıdına, külüne kadar tam bir “baş belası” ve “çevre düşmanı” olmaktadır. Nisbeten ucuza geliyordur ama, bu santrallerden yaka silkmişsinizdir. Onların yerine daha pahalı olmakla beraber, nükleer santraller kurmayı, üstelik huzur ve güven içinde öngörebilirsiniz: Bu da kesinlikle, bir siyasi tercihtir.
*
“Enerji” alanında bağımsızlık da; karşılıklı, dengeli ve çok yönlü bağımlılık da ; yap-işlet-devret modeli çerçevesinde ortaya çıkan alış-veriş de; hep, içe ve dışa dönük olarak yapılacak “siyasi tercihleri” ve bunların uzantısında fevkalade özenle meydana getirilecek “siyasi bir orkestrasyonu”, geretüirmektedir. Buysa; özellikle nükleer enerji alanında bizde rastlanıldığı gibi, kısa menzilli, dokusuz ve gerçek dışı hevesleri; mayasız, programsız, olayın onca üst karmaşadaki siyasi boyutunu ıskalayan, sözde teknik zorlamalarla, günübirlik hercailikleri, hiç mi hiç, kaldıramaz !
Bunlara çok dikkat etmelisinizdir. Yoksa kendinizi bir “maceranın” ortasında, mazallah, buluverirsiniz.
Bizde ise maceracı yaklaşımlar (tüm olumlu çabalar saklı olarak), hiç eksik olmamıştır.
Maceracı Nükleer Yaklaşımlar
Daha 1960’ların sonlarında, 1970’lerin başlarında bugünlerimize dönük olarak, yalnızca 10.000 Megawatt tutarında nükleer bir güç potansiyeli, “hayal” edilmekle kalmayıp; bu gücün, belli bir nükleer reaktör türü (doğal uranyum yakıtla, ağır su yavaşlatıcılı kanada Reaktörü) (CANDU) bazında kurulup, böylelikle üretilecek Plütonyum’la da, ilerideki yıllarda (örneğin, Avrupa’da bir kaç ülkenin birleşerek ancak başarabildiği), Plütonyum yakan (bir ara kısaca tanıttığım) “Hızlı Üretken Reaktörler”in, ülkemizde kurulmasına ilişkin, “bomboş hevesler”, ciddi ciddi savunulabilmiştir. (Başbakanlık Atom Enerji Komisyonu’nca 1972’de onaylanan “Makroplan”).
Sonraları 1980’lerin başında, askeri dönemde; “Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması”na (NPT), imza koymuş bulunmamıza karşın; “olayın askeri boyutu” öne çekilmeye yeltenilerek, cihet-i askeriyenin ilgisi uyandırılmak suretiyle, tekrardan ham halat, programsız, pırıltısız,her biri Keban Barajı gücünde dev nükleer santrallerin (sanki burası Şah’ın, Markos’un, Franco’nun Galtieri’nin ülkesiymiş gibi), ülkemize getirilip kurulması yönünde, faşizan tasarılar yeşertilebilmiştir.
Bu arada bizim adımıza karar verebilirmiş gibi, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na, “hangi tür nükleer reaktörü edinmemizin daha iyi olduğu”, sorulabilmiştir.
Sonraysa sözüm ona “teknik” adına, ama, özellikle “teknik vukufla” hiç açıklanamayacak şekilde, bize o sıra öneri getirmiş olan üç ileri ülkeden, birbirinden çok farklı teknolojiler içeren, üç ayrı nükleer santral satın alınmaya, “Karun” vari, fütursuzca kalkışılabilmiştir.
Bütün bunlarsa yazık ki “resmi”, devlet katındaki gelişmelerdir.
Hedeflenen boyutta bir nükleer santral yuvarlak 5 milyar dolar tutarındadır. Bunlardan on yılda on tanesi hedeflenmektedir. Oysa ülkenin dış borçları o sırada 40 milyar dolara, tırmanmaktadır. Türkiye’nin elhak, söz konusu nükleer santrallere, behamahal ve zorunlu olarak ihtiyaç içinde olmadığı, değişen dünya ve bölge konjoktürü uzantısında pekala anlaşılmıştır.
Ama “nükleer tutkunlar”, olaya “ivme” kazandırabilmek için, hiç muteber olmayan yolları, açıkladığım gibi, denerken...Hele Orta Doğu’nun göbeğinde, kimsenin bizi “el parasıyla nükleer gerdeğe” sokmayacağını dahi, maalesef, görememektedirler.
Akkuyu’ya Nükleer Yer Lisansı
Anlattığım olumsuzluklar, keza başka olumsuzluklar, olayları yönlendiren belirleyici düzeyde meydana gelmekteydi. Ama, o arada, bir çok güzel çaba ve gelişme de; hem Türkiye Elektrik Kurumu Nükleer Santraller Dairesi kanadında, hem de Başbakanlık Atom Enerji Kurumu kanadında, tabiatıyla yer alıyor, boy atıyordu. Bunları “hakkaniyetle“ teslim etmek ve anmak, “dengeli bir resim” yansıtmak açısından önem taşır.
Bir örnek olarak, Akkuyu’ya (Silifke) “nükleer yer lisansı” sağlanmasına ilişkin (1970’lerin ikinci yarısında gerçekleştirilen) çalışmaları, kısacık özetlemek isterim.
Konuya nisbeten uzak okura, “yanlış” bir izlenim vermemek üzere, hemen belirteyim... Şimdi anlatmak istediklerimle, “Akkuyu’ya nükleer santral kurulsun yahut kurulmasın, yahut nükleer santral kurulacaksa, behemahal Akkuyu’ya kurulsun” demek istiyor değilim. Bu ayrı bir konu; gerektiğinde tartışırız. Burada dikkate getirmek istediğim, yalnızca, Akkuyu’ya “nükleer yer lisansının” sağlanmasına ilişkin “teknik” çalışmalarla sergilenen (teknik) “başarı” dır.
Nükleer santral yapımcısı olacak kuruluş, yani TEK Nükleer Santraller Dairesi, muhtemel bir nükleer santral yeri olarak, Türkiye’de bir çok yer arasından, Akkuyu mevkiini, bilhassa incelemek üzere belirlemişti. (Tekrar edeyim. Böyle bir tercih uygundu, uygunsuzdu demiyorum. Değinmek istediğim, yaklaşımdaki teknik başarıdır.)
1980 öncesiydi. Türkiye ilk kez, söz konusu “teknik noktaya” geliyordu.
TEK Nükleer Santraller Dairesi bir mevkii belirledikten sonra, bunun “teknik açıdan” uygunluğunu, iyice derinlemesine araştırıp ortaya koyma sorumluluğundaydı. “Deprem araştırmaları”ndan “yeraltı su hareketleri”ne, “jeolojik oluşum”dan “deniz akıntılarına”, “meteoroloji koşulları”ndan “deniz tabanında meydana gelebilecek depreme bağlı dalga hareketleri”ne kadar, pek çok konu, büyük bir çalışmayla, TEK Nükleer Santraller Dairesi kanadında ayrıntılandırıldı.
Akkuyu mevkiinin uygunluğu itibariyle, yeterli “kanaat” geliştirildikten sonra; yasa gereği, Başbakanlık Atom Enerjisi kurumu’na, Akkuyu’ya “nükleer yer lisansı” sağlanmak üzere (TEK tarafından), başvuruda bulunuldu.
Bu kez, Başbakanlık Atom Enerjisi kanadında, Nükleer Güvenlik Komitesi bünyesinde yoğun bir etkinlik sürdürüldü; TEK’in sunduğu tüm bilgiler didik didik incelendi, tartışıldı. Eksik bulunan noktalarla ilgili bildirimler ve talepler, TEK’e iletildi. Sonuçta, Türkiye açısından önemli bir “teknik çaba ve başarıyla”, Akkuyu’ya “nükleer yer lisansı”, verildi.
Parantez içinde belirteyim... “Akkuyu’ya yer lisansı verildi” demek... “Ülkemizde bir nükleer reaktör kurulacak olursa, mutlaka buraya kurulacaktır”, demek değildir... “Buraya kurulabilir”, demektir. .. Kurulmayabilir de... Yapımcı kuruluş, eğer olacaksa, başa bir mevkii için, ayrıca, bir başvuru geliştirebilir. Burası için, “nükleer yer lisansı” sağlar... O zaman Akkuyu’ya, dilenmesi halinde hiç dokunulmaksızın, olası nükleer santral, yeni mevkiye kurulabilir...
Bugünkü Durum
Gerek TEK Nükleer Santraller Dairesi kanadında, gerekse de Başbakanlık Atom Enerji Kurumu kanadında, “değerli uzmanlar”üstlerine düşeni, önemli ölçüde yapmışlardı. Ama, dünya da değişmişti, Türkiye’de değişmişti. Bu arada zihinler de değişmiş, kuşkusuz erginleşmişti. Açıklayageldiğim tersliklerle yanlışlar, bu arada iyice ortaya çıkmıştı. Söz konusu çerçevede, TEK Nükleer Santraller Dairesi’nin, “Türkiye’nin nükleer enerjiye ihtiyacı olmadığı” yargısıyla, 1987’de (onca uğraştan sonra) kapatılması kararının alınması, hem çok “çarpıcıdır”, hem de kaç yönlü bir “dram”dır.
Bugünlerde, “nükleer enerji tartışması”nın, malum tekrar, arada hiçbirşey olmamış gibi, günümüz açısından iyice yetersizleşmiş “evvelki terimlerle” sürdürülmesini çok garipsiyor, özellikle de bilimsel (olması gerekir) çevrelere hiç yakıştıramıyorum.
Bir yerde, “birimi” 5 milyar dolar eden bir tartışma varsa; orada kuşkusuz yurt içinde ve bununla bağlantılı yurt dışında, “lobiler” vardır. Bir defa, bunu görmek gerekir, “Bu yanlıştır”, demek istemiyorum. “Ama böyledir, bunu bilelim” demek istiyorum.
“Nükleer enerji kararı” enine boyuna açıkladığım şekilde, bugün “teknik zorunluluk” değil, “siyasi tercih” olarak vazedilmek gerekir. Bu bakımdan... Ne siyasiler sorumluluklarını unutup, “teknikmiş” gibi gösterilen bir “zorunluluk önermesinin” arkasına sığınmalıdırlar... Ne de bürokrat, teknokrat ve akademik çevreler, nükleer enerji kararını, “biyasi boyutundan” soyutlayıp, bir zorunluluk gibi takdim etmek etmek suretiyle, siyasilerin yerine geçmelidirler. Bence ikisi de yanlıştır.
Nedir ki her iki tutuma da, günü birlik rastladığımız, bir olgudur.
Siz eğer “bilim adamı” olarak; olayı, “tekniğin” ötesinde, onca boyutuyla kavrayamıyor ve mesleki koşullanmalarınızla dehşetli bir “nükleer enerji taraftarlığı” sergilemenin de ötesinde, belli bir nükleer reaktör “türü” yahut “firmasının” savunmasını yapıyorsanır; zihinlerde (çok haksız olmakla birlikte) “ticari bir mümessil” gibi davrandığınız yolunda, sorular açarsınız.
*
“Nükleer enerji”, son olarak Başbakan’ın (geçenlerdeki) Almanya gezisi uzantısında, gündeme iyice oturmuştur. Bunu, doğal “siyasi bir gelişme” olarak algılamalıyız. Bu kadar. Ama, böyle bir gelişmeye karşı oluşan “demokratik tepkileri” de, saygıyla algılamalıyız. Kimse “teknik” olarak, “haklılığı” yahut “haksızlığı” savunmaya kalkmamalıdır. Çünkü olay, vurgulayalım, siyasidir.
Bu noktada teknik kimi çevrelerin; nükleer enerjiye karşı gösterilen “demokratik tepkilere” yönelttikleri, bir bakıma “hedef şaşırtma özelliğinde” sayılacak eleştirilerine, değinmek istiyorum.
Elektrikler Enerji Yetmezliğinden Değil, Şebekenin Yenilenmesi Gereğinden Dolayı Kasilecek !..
Elektrik üretim kapasitemiz, yineleyelim, yuvarlak 20.000 Megawatt’tır. Hal-i hazırda kabaca, bunun yarısından, biraz fazlasından yararlanabiliyoruz. Ama, elektrik kısıntıları gündemde. Nasıl olur? Ülkemiz bir “enerji yetmezliğinde” mi ki ? Hayır !.. Dikkate sunduğum sayılar, zaten, bunu göstermiyor mu? Pekiyi elektrikler neden kesilecek ? Neden karanlıkta kalacağız ?..
Çünkü, tüm ülke çapında, elektrik şebekemiz, yer yer trafolarıyla ve kablolarıyla, önemli ölçüde yenilenmek gerekiyor da ondan !..
Sözünü ettiğim teknik çevreler; olay sanki böyle değilmiş de; Türkiye sanki bir enerji yetmezliğindeymiş; o arada yeni santrallerin açılmasına ya da kurulmasına “demokratik tepkiler” engel olmaktaymış gibi, tuhaf bir savı, şaşırtıcı bir biçimde yaymaktadır.
“Enerji yetmezliğinden” elektrik kesilecek, bir şeydir. “Enerji dağıtım yetersizliğinden” elektrik kesilecek, ilkinden apayrı (bambaşka) bir şeydir.
“Enerji dağıtım yetersizliğinde” iseniz; yani enerji dağıtım ağınız sorunuysa; çare, hele (şimdiki halde) “enerji fazlalığınız” varken, yeni santralleri devreye almak, ya da yepyenilerini kurmak değildir. Öyle olur mu hiç ?
Çare, aşikar ki, “enerji dağıtım yetersizliğini” , gidermektir.
Gecenin içinde, hoca’ya sormuşlar:
- Hoca ne yapıyorsun?
- Anahtarımı arıyorum.
- İyi ama orada düşürmedin ki?
- He yapayım, burası aydınlık!..
İşte tam da bunun gibi “enerji dağıtım yetersizliği” varken; sorun “enerji yetmezliğiymiş” gibi yatırım yaparsanız; pek tabii, yanlış yatırım yaparsınız. Ya da konuyu saptırıyorsunuzdur; maksadınız başkadır.
*
Elektrik dağıtım şebekemizi, gerektiğince yenilemek ve geliştirmek, son toplamda yaklaşık 5 milyar dolara gelecek gibi durmaktadır. Buysa, Keban Barajı çapında bir hidrolik santralin ya da aynı büyüklükte bir nükleer santralin, ederidir.
Bugün için, ihtiyaçtan yuvarlak iki kat fazla elektriğiniz var. Üretebileceğiniz elektriğin yarısını dahi kullanım yerine sağlıklı olarak taşıyamıyorsunuz.
Bir defa bu durum bile “yatırım dokusunda” (geçici de olsa) bir “uyumsuzluk” ve “olumsuzluğu” sergiliyor.
Hadi bunu görmeyelim. Şimdi bir yatırım yapacağız:
5 milyar dolar tutarında bir santral kurup, üreteceğiniz enerjiyi, bunu sağlıklı biçimde taşıyamayacak olan şebekeye mi verirsiniz? Yoksa bu tahsisatla, şebekeyi mi adam edersiniz?
Elbette, şebekeyi adam edersiniz. Şebeke, iyileşmeden, ona istediğiniz kadar enerji verin, taşıyamayacaktır ki !..
Bu durumda kimse, termik santrallere ya da nükleer enerjiye karşı meydana gelen “demokratik tepkilere” kusur bulmasın... “Bir an önce şu termik santral devreye alınmalıdır” ya da “derhal nükleer santraller kurulmalıdır”, türünden ahkam kesmesin. Kullanabileceğimizden yuvarlak iki kat fazla elektrik enerjisi üretim olanağımız varken; 5 milyar dolar, yeni bir santrale değil, bunun tümünü onarım ve yenileşme için gerektiren “elektrik dağıtım şebekesine” tahsis edilir. Bu kadar basittir.
Doğaseverleri Anlayıp, Onlara Sahip Çıkalım...
Sosyal antropologlar (kültür bilimciler) insanları, kabaca (eğer onların tasniflerini daraltıp basitleştirebilecek olursak), üçe ayırıyorlar.
i) “Her ne pahasına” olursa olsun (insanı ya da doğayı sömürerek), “üretim ve büyüme trendlerini” sürdürme “inadında” olanlar.
ii) Doğayla ve çevreyle uyum içinde yaşayarak, “biyolojik ihtiyaçlarına” yetecek olandan fazlasını pek istemeyen “doğaseverler”.
iii) Bu iki grubun arasındaki çatışmayı idare eden, “maslahatçılar” (işgüderler).
Tabii “insan karakterleri” başka tür kümelenmeleri de işaret ediyor. Ama inceleme doğrultumuz bakımından, esas itibariyle, bu üçü ortaya çıkıyor.
İnsanlar, karakterler, eğilimler, felsefeler, ideolojiler arasındaki “kavga” (basit çıkar çatıymalarından hayli farklı olarak), insanlık tarihinin özünü oluşturmaktadır. Bu kavga, kimbilir, taa “genetik oluşumlardan” kökler almaktadır. (Şahsen bundan hiç kuşkum yok.)
Konumuz açısından “genetik olşumlara” girecek değilim. Şu var ki işte, yüzyılımız biterken, kestirmeden söylersek, “insanı ve doğayı umursamazlar” ile, “doğaseverler” arasında, belirgin bir ayrışma, çelişme ve çatışma, yaşıyoruz.
“Doğaseverler” ara ara, evet, “teknik gaflar”, naif duygular ve yönelişler sergiliyorlar. Ama özde; onların hissedişlerinin, teşhislerinin ve eylemlerinin ne kadar safiyane, içtenlikli, “doğa ve insan sevgisiyle” yüklü, belki daha önemlisi yürekli, çarpıcı ve “doğru” olduğunu görmemiz, hakça olur.
İnsanlığı kabuslara taşımasına ramak kalmışken, yeryüzünde yaşadığımız, çılgınca “nükleer silahlanmayı” sorgulayıp, bir anlamda durduran ve gerileten, ilk olarak onlar olmuştur.
Düşünsenize bir defa yirmi yıl öncesini... Dünyanın her yerine, özellikle Doğu Bloku ile Batı Bloku’nun arasına yerleştirilmiş ve yeryüzünü kaç kez topyekün yok edebilecek kadar çok sayıda nükleer silah, “soğuk savaşın” doruğunda, birbirlerine habire peşrev çekiyordu. Sayılamayacak kadar çok sayıda nükleer silah, o arada, hedeflerine kilitlenmiş vaziyette, denizaltılarda ve uçaklarda sürgit dolaştırılıyordu. Kimseninse aklına; artık “kader” olarak algılanan bu durumun, “kader” olmayıp değiştirilebileceği gelmiyordu. Tam tersine nükleer silahlanma yarışı gitgide, dönüşü olmayan noktalarda, “cehennem gazabı” tabloları sergileyerek, kızışıyordu.
Kim karşı çıktı buna? En önce Batı’nın ve demokratik dünyanın aydınları, gençleri, kadınları... İnsanseverler, barışseverler; kilometrelerce uzunlukta “sevgi zincirlerini” elele tutuşarak oluşturdular; “nükleer silahları” istemediklerini, haykırdılar. Önü alınmaz gibi duran “şeytani saçmalığa” karşı çıktılar. Nükleer silahlanma yarışı (maalesef hala yürürlükte, ama) ilk önce, böyle kesildi ve gerilemeye koyuldu.
Şimdi sormak gerek... Kim “fanatik”? Dünyayı kaç defa yok olmanın eşiğine getiren “kabusun” her bir halkasının çok bilmiş “dahi mimarları” mı; yoksa has, sevgi dolu insanseverler, doğaseverler, barışseverler mi?
Kim teknolojiye ve silaha dönük “taassup” içerisinde?
Şu “çok bilmişler” mi... Yoksa zihinleri “şeytanlığa” çalışmayan, yürekleri sevgi yüklü güzel insanlar mı?
Objektif Olmak
“Objektif olmak” gerçekten önemlidir; sağlıklı algılamanın ve sağlıklı karar vermenin bazıdır. Herhangi bir olaya elden geldiğince, “objektif” bakmak; yani bir olayın olumlu ve olumsuz özelliklerini, yansız ve dengeli değerlendirmek; “çağdaş insanın davranışı” olarak tanımlanabilir. Yoksa; herşeyi “bıçak sırtında” sayarak; bıçağın da, yatıracağınız tarafını “makbul” gibi göstererek, varacağınız yer; “ilkel çıkarlar”la, “bir alay çelişkiler yumağı”ndan başka bir yer değildir.
Bence; olumsuzluklara baş çevirerek “pembe” bir “nükleer taraftarlığı” yapmak da; “Gıcık oluyorum” diyerek “içeriksiz bir nükleer aleyhtarlığı” yapmak da; aynı ölçüde, sakıncalıdır. Ama işte, iki davranış biçimine de, sıkça rastlamaktayız.
*
“barışçıl amaçla” nükleer enerji üretimi, önemsiz sayılmayacak birkaç kazaya rağmen, 1979’da ABD’de meydana gelen “TMI Nükleer Reaktör Kazası”na kadar, gerçekten “temiz” denebilecek bir “sicile” sahiptir.
Gerek bu kaza, gerekse 1986’daki “Çernobil Nükleer Reaktör Kazası”; nükleer enerjiye bağlanan umutları, önemli derecede geriletmiştir.
Şu var ki; tüm dünyada halen; ülkemizde, bugün için fiilen kullandığımız elektrik üretim kapasitemizden (yaklaşık 10.000 Megawatt), yuvarlak “kırk kat” daha fazla, işletmede bulunan (ya da işletmeye alınmak üzere olan) , bir “nükleer güç ağı” mevcuttur. Böyle bir olguyu nükleer enerjiyi beğenmesek de, “çarpıcı” bulmamak, sanırım mümkün değildir.
Nedir ki bunu, Çernobil Nükleer Reaktör Kazası’nın sonuçlarını yekten örtmek üzere, ileri sürmek, hiç hoş durmamaktadır. Bunun gibi sözgelişi, bir “baraj çökmesinden”, veya bir “kimya fabrikası” kazasından kaynaklanan “trajediyi”; Çernobil Nükleer Reaktör Kazası’nın sonuçlarını azımsamak için ortaya getirmek de, hiç ama hiç hoş değildir. Çernobil Nükleer Reaktör Kazası sonuçlarına; koyu bir “nükleer taraftarı” olarak; “arızalı gözlüklerle” yaklaşmak, hiç ama hiç yakışık almıyor.
Nükleer enerjinin (nisbeten sorunsuz olarak), halen “kırk Türkiye” ye yetişecek bir üretimde bulunduğu da, doğrudur... Bir baraj çökmesi, ya da kimya fabrikası kazası sürecinde, binlerce insanın telef olduğu da, doğrudur... “Çernobil Nükleer Reaktör Kazası” nın (nükleer fanatiklerin savunduklarının çok aksine) yeryüzünün kaydettiği “en büyük teknoloji felaketi” olduğu da, doğrudur.
İşte bütün bunlara, “dengeli” ve “objektif” yaklaşmanın gereğini vurgulamak istiyorum.
Bu arada kaydetmeden geçemeyeceğim... “Nükleer enerjinin koyu taraftarları”; diğer bir deyişle “nükleer fanatikler”; Çernobil faciasını, gerçekten vahim boyuttaki kimyasal ya da başka türlü kazaların sonuçlarıyla karşılaştırırken; Çernobil’de ilk elde, hepsi hepsi 30 kişinin, sonradansa yaklaşık 1000 kişinin hayatlarını (aşırı dozda radyasyon almaktan) yitirmeye, mahkum kaldığını gündeme getirmekle yetiniyorlar. (Hatta bazan, ilk sayıyı dile getirip, ikincisini bile anmayabiliyorlar!)
Söz konusu sayılar doğrudur. Ne var ki, çok eksiktir. Bu kazadan dolayı “kan kanserine” yakalanıp, uzun dönemde hayatlarını yitirecek olanların sayısı, 40.000’den fazla olarak hesap edilmiştir. (Yanlış okumadınız, evet kırkbin!)
Bu kazada, Atom Bombası’nın patlatılmasıyla ortaya çıkmayacak kadar çok “radyoaktivite”; önündeki “teknolojik engelleri” kırarak, doğaya salınmış bulunmaktadır.
Kazanın meydana getirmiş olduğu hasar, 300 milyar dolar dolayında hesap ediliyor olup; Çernobil gibi, yuvarlak yüz, ya da neredeyse ABD’deki, halen çalışmakta olan tüm nükleer santrallerin ederi kadar, bir tutara gelmektedir.
Çernobil faciasının “etkisi” altına aldığı alan ise “Çernobil merkezli ve 600 kilometre yarıçaplı”, alan olmaktadır.
Saçma Sapan Bir Neden...
Türkiye’de, bundan daha on yıl önce belirttiğim şekilde, bir “nükleer macera” çerçevesinde, en çok neden korkarım bilir misiniz (56):
- Çevreye, üst güvenlik önlemleri sayesinde, hiç zarar vermeyecek olsa da, mizah romanlarına konu olacak bir kazayla, 5 milyar dolarlık bir nükleer santralin, atıl kalacak olmasından...
İçtenlikle ifade edeyim ki, gerek ABD’deki TMI Kazası gerekse de Sovyetler Birliği’ndeki Çernobil Kazası, gerçekten de “mizah romanlarına” konu olacak “harika” bir şekilde, oluşmuşlardır !
TMI Kazasına bakalım. Kaza, şöyle başlıyor:
Reaktörde, enerjiyi dışarı taşıma işlevindeki “soğutma suyunun pompası”, bir an “sekiyor”. Bunun sonucu; olması gerektiği şekilde; “buhar türbini” devre dışı kalıveriyor ve “reaktör” durdurulmaya “otomatik” olarak geçiliyor. Ne var ki, reaktörde, oluşmaya devam eden “artık ısıyı”, soğutmak gerekmekte. Böyle olduğu için , “olası” bir “pompa arızasına” karşılık, “yedek pompalar” düşünülmüş durumda. Diğer bir deyişle; soğutma suyu pompası arızaya girer girmez; açıkladığım “otomatik güvenlik süreci” çerçevesinde, devreye şimdi reaktör soğutma sisteminin “yedek pompasının” (derhal) girmesi, gayet iyi, tasarlanmış durumda. Aynen, böyle bir “güvenlik kurgusunda”, olarak; soğutma suyu yedek pompasına; asıl pompanın arızaya girmesiyle beraber, anında, “devreye girme komutu”, “otomatik” biçimde, gidiyor. Ama bu pompa, devreye bir türlü giremiyor! Bunun üzerine; ikinci yedek pompaya, hemen “devreye girmesine” ilişkin “komut”, yine “güvenlik tasarımı gereği”, sağlıkla iletiliyor. Ama bu pompa da bir türlü devreye giremiyor! Neden biliyor musunuz?
- Çünkü bakım işçileri, bakım sırasında, yedek pompanın önünü, kapalı unutmuşlar da, ondan!..
Gerçekten çok “mizahi” bir gelişme. (Tabii kara mizah!)
Şu var ki TMI Kazası, işte bu nedenle oldu.
Kimsenin burnu kanamadı. Çünkü, reaktör kalbi çerçevesindeki güvenlik önlemleri, “tekrar tekrar tekrarlamalı, güvenlik anlayışına” uygun ve fevkalade sağlamdı.
Ayrıntısına giremeyeceğim, ama Çernobil faciası da fizik olarak, çok benzer şekilde gelişmiştir ve eşte böyle bir gelişme, yeryüzünün kaydettiği “en büyük teknoloji faciasını”, doğurmuştur.
Yirmi yıl kadar önce, ABD’de Brown Ferry reaktöründe bir işçinin mum ışığıyla, bir elektrik kaçağını ararken, reaktörün “acil durum kalp soğutma sistemi”nin kablolarını (kazaen) yakarak, devre dışı bırakması da, fevkalade mizahi, ama “olası bir trajedi nedeni” sayılacaktır. Bu noktaya birazdan, tekrar geleceğim.
Güvenlik Önlemleri Yeterince Güvenilir mi?
“Reaktör güvenlik önlemlerinin” teknolojik açıdan, bir “övünç kaynağı” olduğunu ifade edebilirim. Ayrıca, “özünde” (nötron dinamiği itibariyle) fevkalade “güvenli” nükleer reaktör sistemlerinin, meydana getirilmiş bulunduğunu , kaydetmeliyim.
Ama işte şu da var... Ne ABD’deki TMI kazası, ne de Sovyetler Birliği’ndeki Çernobil kazası, hiçbirimizin “kaza tahmin skopuna”, kesinlikle girmemiştir. Örneğin TMI kazası, gördüğümüz gibi, öylesine “saçma” bir nedenden kaynaklanmıştır ki, böyle bir “saçmalık” hiç bir “kaza senaryosuna” pratikçe gelmemektedir.
Başka bir deyişle; “musibet” yaşanmadan; ona ilişkin bir “güvenlik önlemi” düşünülmemekte; musibet başa geldikten sonra da alınacak önlem (çok gerekli ve tabii çok yararlı olmakla birlikte), başa gelen musibeti gidermeye, tabii ki, yetmemektedir. Şimdi artık soğutma suyu yedek pompalarının bakımı yapıldıktan sonra, bunların önlerinin kapalı tutulmaması için, bir takım güvenlik önlemleri tasarlanıp yürürlüğe geçirilmiştir. Ama bu da işte, ancak, TMI musibetinden sonra gerçekleşebilmektedir.
*
Dediğim gibi, nükleer reaktörler çok üst düzey “güvenlik önlemleriyle” donatılmıştır. “Nükleer işletme kayıtları” ayrıca, ortadadır ve genelde hayli başarılı bir çizgiyi işaret etmektedir.
Nükleer reaktör “güvenlik hesapları” diğer yandan, nükleer reaktörlerin ne kadar “güvenli” olduğunu kanıtlamaktadır.
Bütün bunların (bilerek söylüyorum), “doğru” olduğuna inanabiliriz.
Ama bakın, “püf noktası” neresi:
Nükleer reaktörlerin “üst düzey güvenlik önlemleriyle” donatılmış olması birşeydir. Bu “önlemlerin” yeterince “güvenilir” olduğu, başka bir şeydir. Önlemlerin her biri, ayrı ayrı, “olası musibetleri” başarıyla karşılayabilecektir. Ama TMI kazasında olduğu gibi; öyle bir “musibet” doğabilmektedir ki; söz konusu tüm önlemler, hiç bir işe yaramayabilmektedir !
“Saçmalıkları” (tabiatıyla saçma oldukları için) dikkate almayan “güvenlik hesaplarının” durumu da aynıdır. “Güvenlik hesapları” (övünç duyulacak mühendislik ve matematiksel özleri saklı olarak) ; kuşkusuz doğrudurlar ama; “bu hesapların varsayılan kaza senaryoları itibariyle, özde ne kadar güvenilir olduğuna” dair, “felsefi bir soruyu” da, gündeme getirmektedirler.
Güvenlik hesaplarında, TMI kazası; eğer “kaza senaryosu” düzgün tahmin edilip vazedilebilse, bütün çıplaklığıyla çıkacaktır. Çıkacaktır ama... “Kaza senaryosu”, kimsenin aklına gelmemektedir ki... Onun için de, güvenlik hesaplarının pratikçe “güvenilir” gösterdiği nükleer reaktör; kimsenin beklemediği zamanda, kimsenin beklemediği şekilde “battal” oluvermektedir. Şükür ki bu kazada , öteki güvenlik önlemleri, mükemmele yakın çalışmakta; kaza sonuçlarının giderilmesi, reaktörün yapım masrafına (5 milyar dolar) gelmekle birlikte; dışarıya yine de hiç “radyasyon” sızdırılmamaktadır; kimsenin de burnu kanamamaktadır.
*
Bütün bunları, bizde reaktör kurulsun-kurulmasın, diye anlatmadığıma, dikkatinizi çekerim. Amacım “dengeli bir resim” edinilmesine, katkı sağlamaktır. Bunun için de konunun (teknik ötesi) inceliklerini bilip, “objektif” olmaya çalışmalıyız.
Burada, “karar hakkımızı” saklı tutarak, “abartmalara” karşı çıkmalıyız.
Örneğin soralım:
- Nükleer reaktörler çok mu güvensiz ?
- Hayır tam tersine, pek çok üst düzey güvenlik önlemiyle donanmış durumda.
Pekiyi devam edelim:
- Kimi teknik adamların (hissim o ki konunun özünü tam kavramadan) ileri sürdükleri şekilde, kaza olasılığı üzerinde hiç durulmayacak derecede küçük mü olmakta?
- Güvenlik hesapları tüm gerçeği yansıtabilse tabii öyle. Güvenlik hesaplarının (hesap olarak) doğruluğuna genelde kuşku yoktur. Ama bu hesapların, olası her türlü olumsuz gelişmeyi kapsayabildiğine (açıklamaya çalıştığım şekilde) kuşku vardır. Diğer bir deyişle, kimse; güvenlik hesaplarının (bu hesaplar çok kapsamlı, doğru ve saygıdeğer olmakla birlikte), özde kesinlikle güvenilir olduğunu, maalesef ileriye süremez. Sırf bu nedenden dolayı, nükleer reaktörler sanıldığından biraz daha az güvenlikli olmak gerekir. Ne kadar, bilmiyorum... Kimse de bilmiyor !..
Yalnız, işte bakın, şu da var:
Deminki örneği anımsarsak, ABD’deki Brown Ferry Reaktörü’nün “acil durum kalp soğutma sistemi”, tıkır tıkır çalışmak üzere dizayn edilmişti. İnanıyorum ki, bir şey olsa, tıkır tıkır da çalışacaktı. Ama reaktördeki bir arızayı, elindeki mum ışığıyla ararken, bir işçinin, elektrik kablolarını, yanlışlıkla “yakması” sonucu, şaşılacak biçimde devre dışı kalıvermiştir !..
Hiç bir güvenlik hesabı işte, böyle bir gelişmeyi dikkate almamıştır.
Bu olay, bilir misiniz, “güvenlik hesaplarında, elektrik devrelerinde adi yangın” fatörünün göz önünde bulundurulmamış olduğunu, kafalara “fena halde” dankettirdi. Ne yaparsınız ki “saçmalık”, kimsenin hatırına pek gelmiyor.
Bir denizaltıya; tayfaların cinnet geçirince baltalarla gemi cidarına saldırması olasılığına karşılık, bu durumda denizaltıyı batmaktan kurtaracak bir “güvenlik önlemi” düşünür müydünüz? Düşünmezsiniz. Neden ? Çünkü, “Olur mu hiç böyle şey, saçma” dersiniz de, ondan!..
Ama dikkate getirdiğim yaşanmış örneklerden görüldüğü gibi,”saçma” pekala, çatır çatır vuku bulabiliyor.
Sözlerimle nükleer reaktörleri, hiç yeriyor değilim. “Teknolojinin her alanında, bu arada nükleer alanda, beklenmedik, hatta saçma sebepli kazalar, doğallıkla olabilir”, diyorum. Kaza oluyor diye, uçakları seferden alakoymuyoruz. Alakoymayı düşünebiliriz de. Ama böyle bir karar artık “teknik bir karar” değildir; “siyasi bir karar”dır; bunu bilmeliyiz.
Nükleer reaktörler genelde “düşük riskli”dirler. Nedir ki işte, bir kaza olduğunda, “astarı yüzünden pahalıya” geliyor. Kesinlikle “risksiz” değildirler. Hiçbir teknoloji yapıtı, ayrıca ristsiz değildir.
Tamam.
Bununla beraber, ne yaptığınızı bilmek, hakkınız ve sorumluluğunuz gereğidir. Riski almak isteyebilir ya da istemeyebilirsiniz. “Seçim hakkınızı”, düşünüp taşınıp kullanmalısınız.
*
Nükleer enerji ile ilgili karar mekanizmasına, genelde girdi olacak iki husus var. Tartışmanın bütünselliği açısından onlara da, değinmeliyiz. Bunlardan birisi “nükleer atıklar sorunu”; öteki de reaktörün ömrünü tamamlamasından sonraki “reaktör söküm” sorunudur.
Nükleer Atıklar
Atom çekirdeğinin parçalanması sonucunda ortaya “radyoaktif (ışınetkin) çekirdekler” çıkmaktadır. Bu çekirdekler taşıdıkları “fazlalık enerjiyi”, dışarıya, özellikle “elektron” ya da yüksek enerjili (elektromanyetik) ışınım atarak, gidermektedirler. Bir nükleer reaktör çalışırken; atom çekirdekleri devamlı olarak parçalanmakta; nükleer enerji üremekte; bu arada, açığa, önemli miktarda “radyoaktivite” (ışınetkinlik) çıkmaktadır. Bir nükleer reaktörün “kalbi”, radyoaktivite açısından, bulunabilecek “en olağan dışı” ve “en tehlikeli” yerdir. Bu nedenle, nükleer yakıt, nükleer reaktörde bir dizi “zarf” ve “zırh” içinde bulundurulur. Zarflar, zırhlar Çernobil’de olduğu gibi maazallah. Bir yırtılır ve “kirli çıkı” bir ortaya çıkarsa; doğa, herhalde başka bir biçimde tanış olmayacağı kadar çok, “radyoaktivite bulaşığı” ile kirlenir; bitki örtüsü, hayvanlar ve insanlar çok zarar görebilir.
İşte bu nedenle; kirli çıkı” hep, bir “kafes” içinde tutulmak gerekir. Bir nükleer reaktörden çıkartılan (nükleer olarak) yanmış “nükleer yakıt elemanları”, radyoaktiviteleri birazcık dinsin diye, birkaç yıl boyunca, reaktör yanıbaşındaki “su havuzlarında” bekletilmek istenir. “Su” hem “radyasyon geçirmez” bir “zırh” malzemesi, hem de yanmış yakıt elemanlarından boşanan radyasyon enerjisini, “soğurma” aracıdır.
Yanmış yakıt elemanlarındaki en “belalı” madde; “Plütonyum”dur. Plütonyum atom çekirdeği, gerçekte tıpkı Uranyum atom çekirdeği gibi, “parçalanabilir” bir çekirdektir ve “nükleer enerji” kaynağıdır. Plütonyum doğada yoktur; Uranyum atom çekirdeklerinin, nükleer reaktör ortamında, nötronlarla ışınlanması uzantısında oluşmaktadır.
Birçok Plütonyum atom çekirdeği; meydana geldikten sonra, nükleer reaktör ortamında Uranyum atom çekirdekleri gibi, parçaların ve nükleer enerji üretimine katılırlar. Ama işte hepsi değil... Mangaldaki “külde”, yanmamış “kömür” kalabileceği gibi...
“Değiştirilme sırası geldiğinde, nükleer reaktörden çıkan “yanmış nükleer yakıt” içinde, demek ki, “yanmamış Plütonyum” bulunabilmektedir. Haliyle pek çok başka, radyoaktif atom çekirdeği de bulunmaktadır. Ama dediğim gibi bunların en “belalısı”, Plütonyumdur. Çünkü bir defa, “zehirdir”; soluma yoluyla vücuda alınırsa, “öldürücü” etkisi vardır. Bunun yanı sıra “radyoaktivite bozunum yarı ömrü”, yuvarlak 25 bin yıldır. Tüm “ışın etkinliğin” ortadan, pratikçe kalkması için ğerekli süre, şöyle bir “on yarı ömür”dür. Demek ki, elimizde bir miktar Plttonyum varsa, bunun radyoaktivitesini defedip rahatlaması için, 10X25 bin yıl, yani 250 bin yıl, gerekli olmaktadır.
O halde, nükleer reaktörden çıkan yanmış yakıtları, kazadan beladan uzak şekilde 250 bin yıl saklamamız gerekiyor!
250 bin yıl, kim öle kim kala, fevkalade uzun bir süredir. Bu arada, “insanlığın yazılı tarihinin” ancak 5 bin yıllık bir geçmişe dayandığı anımsanabilir.
Nükleer atıklar 250 bin yıl, nerede saklanacaktır?
Bu hiç kuşkusuz, çok ciddi bir meseledir.
Yeryüzünün yaşı 5 milyar yıl kadardır ve yeryüzü hala volkanik etkinliklere maruzdur. Yine de yeryüzünde, yüzbinlerce yıl sükunette kalacağı tahmin edilen “jeolojik oluşumlar” mevcuttur. Bu açıdan, nükleer yakıt atıklarının buralara gömülmesi, tasarlanmaktadır. Şu var ki... Ne kimse (söz konusu oluşumlar istendiği kadar “sakin” olsun), yanıbaşında nükleer atık barındırmak isteyecektir. Ne de kimse, yeryüzünde yüzbinlerce yıl boyunca “nükleer kabristanların” başına hiç bir şey gelmeyeceğini veburalardaki “nükleer cesetlerin” hortlamadan, zararsız bir şekilde “kilit” altında tutulabileceğini, “garanti” edebilecektir.
250 bin yıllık “ipotekten” kurtulmanın yolu; yanmış yakıt elemanlarından, yanmamış Plütonyum’u “sıyırıp” , “nükleer katık” yaparak tekrar bir nükleer reaktöre yollamaktır. Şu var ki “sıyırma işlemi” fevkalade meşakkatli ve çok pahalı, “üst bir teknolojik işlemi” içermektedir. Ya paraya kıyıp “sıyırma işlemi” benimsenecek; Plütonyum kazanılıp, “ilave yakıt” olarak kullanılacak, ayrıca “dert” olmaktan çıkartılabilecektir... Veya Plütonyum içeren yanmış nükleer yakıtlar, yüzbinlerce yıllık “nükleer kabristanlara” defnedilecektir. ABD örneğin işte, böyle bir yol seçmektedir.
250 bin yıllık nükleer kabir ikametinin Plütonyumsuz alternatifi yuvarlak bin yıl vadelidir. Bu da hiç ama hiç, kısa sayılmayacaktır.
Yeryüzünde halen bir hükümet ve bunun uzantısında bir kent belediyesince onaylanıp açılmış, bir “nükleer mezarlık” yoktur. Yanmış nükleer yakıtlar şimdilik çoğunlukla, “çöpleştikleri” nükleer reaktörlerin yanıbaşlarındaki havuzlarda dinlendirilmektedir.
Nükleer atık sorunu, hiç hafife alınabilecek bir sorun değildir ve bu konudaki, kaygı taşıyan “doğasever yaklaşımlar” saygıyla, gayet “ciddiye” alınmalıdır. Kaygı kaynağı her bir husus, enine boyuna incelenip açıklanmalı ve ne kadar olabiliyorsa o kadar, giderilmeyi çalışılmalıdır. Hiç bir teknisyen ya da bürokrat, burada da, çizmeden yukarı çıkmamalı, 250 bin yılın ya da bin yılın “kefili” olmaya yeltenmemelidir.
İstediği açıklamaları edinmiş “sıradan insanın”, bu yöndeki karar hakkında da, kararına da saygılı olmalıdır.
Reaktör Sökümü
Bir nükleer santralin ömrü, yaklaşık otuz yıldır.Santral bu süre sonunda sökülür. Bir süre çalıştıktan sonra “sökülmüş” reaktörler vardır. Ama ticari reaktörlerden hiç birisi, bu aşamaya daha gelmiş değildir. Bu nedenle de, reaktör sökümü pek gündemde değildir. Şu var ki “reaktör sökümü” oldukca külfetli ve pahalı bir işlemdir. İşlem süresi, aşağı yukarı reaktörün inşası için gereken süreye gelmektedir. “Söküm bedeli” ise reaktörün kuruluş fiyatının onda birine kadar tırmanabilmektedir. Demek ki, 5 milyar dolarlık bir reaktörün söküm bedeli, bir kaç yüz milyon doların altına gelmeyecektir.
Bütün bu hususların anımsanması, yararlı, hatta gereklidir.
Pekiyi Ne Yapmalı ?
“Enerji ve nükleer enerji konjonktürü” gerçekten çok karmaşıktır. İçinde kaybolmak da, ona dönük tutkular ya da tepkiler geliştirmek de, çok olasıdır. Bu “konjonktür” , “sivil” yanları yanı sıra “askeri” yanlarıyla da, o arada sivil olsun askeri olsun, “stratejik” boyutlarıyla, siyasetin özüdür.
Burası, nedense pek anlaşılmıyor.
Enerji, özellikle nükleer enerji meselesi, çoğu kez salt “teknik” bir sorunmuş gibi ortaya getiriliyor. Olayın teknik boyutları yok mu? Olmaz olur mu! Hem de, çok. Ama başka boyutları yok mu? Var tabii. Görülmesi gereken şu ki, teknik boyutlar “siyasetin şemşiyesi” altında gelişiyor ve yönleniyor. Teknik de siyasete yön verebilir. Ama “buyurucu” olan siyasettir, bunu görelim.
Nükleer enerjiye karşıysanız da; nükleer reaktörlerin kurulması için kararlı çabalar harcıyorsanız da; son toplamda “siyasi bir tavır” alıyorsunuzdur, başka birşey değil...
Bu açıdan yineleyeyim... Nükleer santrallerin kurulması konusunda teknik adamlar, seçenekleri ayrıntılandırmak üzere, teknik görüş bildirmenin ötesinde, siyasilerin yerine geçmeye heves etmemelidirler. Siyasiler de sorumluluklarını savsaklayıp bir takım “teknik öngörüleri”, sanki Tanrı buyruğuymuş gibi gösterip, bunların arkasına saklanmaktan ibaret bir tavır sergilememelidirler. Kısaca herkes kendi sorumluluğunu ve görevini idrak etmelidir.
Pekiyi şimdi, Türkiye’de nükleer santral kurulsun muf, kurulmasın mı?
Bir defa konuya “ilgi” duyan herkes, açıklayageldiğim bilgiler uzantısında, “tembel” davranmaksızın, kendi kararını oluşturmaya çaba sarfetmelidir.
Pekiyi, ben ne düşünüyorum? Türkiye’de şimdi bir nükleer santral kurulamaz mı? Tabii kurulabilir, ama kimse bunu bugün için artık bir “teknik zorunluluk” olarak göstermemelidir. Uzun uzun açıkladığım gibi bu bir “siyasi seçenek ve karar” özelliğinde bulunmaktadır.
Diğer yandan; olaya dönük “ciddi hiç bir hazırlık” geliştirilmiş bulunmadığını; bu açıdan Keban barajı boyutundaki bir nükleer santralin Türkiye’de kurulmaya girişilmesinin, bugün için bir “macera” olacağından çok korktuğumu, önemle vurgulamak isterim.
Zaten halen (yedek ve pik kapasite gereği saklı olarak), neredeyse kullandığımıza yakın bir “kapasite fazlamız” bulunmaktadır. Gerçi nükleer santral kurulmasına ilişkin karar bugün verilse, kurulacak nükleer santral, devreye 6-7 yıldan önce, kolaydan alınamaz. Ne var ki, 20 yıl öncesinden, şu içinde olduğumuz evreye dönük olarak; Türkiye’ nin bugünkü dış borcu (60 milyar dolar) kadar bir porteyi işaret eden, 10.000 Megawatt tutarında bir “nükleer güç ağının” ülkemizde kurulmasının zorufnlu olduğunu, “akademik hırçınlıklar” içinde savlayan yaklaşımın; ne kadar gerçek dışı, imkansız, hatta “çılgınca” olduğu, artık ortaya çıkmıştır. Böylesi “fantezik bir yaklaşımın”, hele “mahçubiyet” hissinden iyice uzak bir “pişkinlikle” sürdürülmesine inanın çok şaşırıyorum.
Tutun ki (sanmıyorum ama), 10.000 Megawatt’lık bir nükleer güç ağını ülkemizde koyu nükleer taraftarların bugünlere dönük olarak çeyrek yüzyıl önce gündeme getirdikleri tarihte (yüzyıl dönemecinde) değil de, bu tarihten 10-15 yıl sonra var edeceğiz. Pekiyi, böylesi devasa (yuvarlak 50 milyar dolarlık) bir “yükün” altına bugün girmekle 10-15 yıl sonra girmek arasında, tanrıaşkına, hiç mi fark yoktur.
Kaldı ki, anlatmaya çalıştığım gibi, değişegiden dünya konjonktürü, ortaya çıkan yepyeni seçeneklerle, böylesi bir “yükü” kesinlikle bir “zorunluluk” , hatta bir “yük” olmaktan çıkartmaktadır.
Kurulamaz mı? Olmaz mı? “siyasi” olarak, elbette olur... Ama “anahtar üstünde teslim”, astarı yüzünden pahalı gelecek dev nükleer santrallerle, ülkemizde nükleer enerji üretimine bugün için adım atmak, gerçekten, “korkutucu bir serencam” olarak görünmektedir.
Binlerce kilometre ötemizde meydana gelmiş Çernobil Nükleer kazası’nın üzerimizdeki (kaza mevkii ile karşılaştırıldığında kayda değmez sayılacak) etkileriyle dahi, başa çıkmada ne denli zorlandığımızı; bu arada anımsatmak pek yerinde olur.
*
Görüşlerimi bağlarken, dikkate şu düşünceleri getirmek istiyorum:
• “Dünya geneli” farklıdır. “Türkiye Geneli” farklıdır. Dünya genelini bilmemiz gerekir. Ama bunu, Türkiyemiz açısından başımızı alamayacağımız bir “hipnoz” saymamız yanlış olur. Örneğin, dünyanın bir çok yerinde “gelgit enerjisinden” yararlanma çabaları vardır. Ama bizde “gelgit” hiç yoktur. Bunun gibi, dünyanın bir çok yerinde “güneş enerjisi” yok denecek kadar azdır. Bizde öyle değildir.
• Dünya da, bölgemiz de çok “değişkendir”, Enerji ve nükleer enerji sorununu “dondurulmuş kalıplarla” ele alamayız.
• “Türkiye enerji sorunu” o arada, “tek bir yalın paket” olarak düşünülemez. Örneğin “genel enerji” başkadır. “Elektrik enerjisi “ başkadır. “Elektrik enerjisi üretim sorunu”ndan da, tek bir yalın paket olarak söz edilemez. “Hidroelektrik santral” başka, “termik santral” başkadır. “Dev birimler” başkadır. “Küçük” ya da “minik” birimler başkadır. Bunların hepsi tabiatıyla “makro” bir dengede gözetilir. Şu var ki, “büyük açıklar” kapatılmak istenirken, büyük santraller yanı sıra, “minik birimlerden” oluşacak katkının, sonuçta tek bir dev katkıya pekala eşdeğerde olabileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Sözgelişi güney illerimizde hemen her yapının çatısına yerleştirilmiş, “güneş toplaçlarının”sağladığı “toplam katkı”, işte tam böyledir. Benzer şekilde Türkiye geneline dönük olmasa da; yoğun estiği bilinen yerlerde; örneğin Marmara Adaları’nda, Çanakkale’de; “rüzgar enerjisinden”, hangi mütevazi ölçekte olursa olsun, yararlanmak için girişimlerde bulunulması, gayet “önemli” olmaktadır.
• “Nükleer enerji” alanında, “akılcı ulusal seçenekler” tasarlanmalı ve programlanmalı; Atom Araştırma Merkezlerimiz yönlendirilmeli; buralardaki (mertebe olarak milyar dolar tutarında gelen) yatırım ve birikimden yararlanmaya çalışılmalıdır.
• Nükleer enerji alanında; şimdiye kadar olanlar gibi ğerçekçi ve ulusal olmayan, zaten ekonomik olarak altından kalkamayacağımız kaba, fantezik yaklaşımlara değil; ulusal, mütevazi ama pırıltılı, kendi kendini büyütebilecek, ekonomik yaklaşımlara ihtiyaç vardır.
• Öyle yahut böyle, karar nihayette siyasidir. O açıdan herkes üstüne düşen sorumluluğu yerine getirmelidir. “Doğasever” tüm yurttaşlar, teknik adamları elden geldiğince dinlemeli; ama onların varsa, tutkularına kapılmamalıdırlar. Teknik adamlar elden geldiğince “objektif” olmaya özen göstermeli ve doğaseverlerin, demokratik tepki ve tavırlarına saygı duymalıdırlar. Siyasiler de, ihtiyacı iyi kavramalı; lobilere dikkat etmeli; kişilikli bir karar geliştirmeye özen göstermelidirler.
• Bu aşamada “aceleye” hiç gerek yoktur. Önümüzde bolca bir zaman durmaktadır. Bekleyebiliriz. Bu arada “nükleer dünyayı” tüm ayrıntısıyla izlemeliyizdir. Bırakın Avrupa’yı, Amerika’yı Japonla’yı; çevremizde hem askeri, hem sivil, dünya kadar nükleer faaliyet sürmektedir. Bunları incelemeye almak bile başlı başına bir uğraştır.
• Yaban hipnozlardan çıkmayıp, ya da çıkartılmadıkları için; güncelde işimize hiç yaramaz, ama teknik karmaşada hat safhadaki laboratuvar ya da bilgisayar oyuncaklarıyla, Avrupa’daki, Amerika’daki dergilere makale yetiştirme gayretinde olup; ama olayın nice boyutuna dönük olarak, kendilerini hiç geliştirememiş oldukları için, ulusal düzeyde ağızlarını her açmaya, naif laflar etmekten kurtulamayan nükleer bilimcilere de bir çift sözüm var. “Nükleer politikalara” merak duyuyorsanız; bu konuda çalışın; tezler yapın, yaptırın. Ama entegro diferansiyel denklemlerle nötronları arkanıza alıp; “nükleer kaygılar” içindeki gençlere, doğaseverlere, “Siz nükleerden anlamazsınız”, demeye gelmeyin. Onlar ne dediklerini, çoğunlukla biliyorlar. Birçok bilimcinin ise; “kişilikli” düşünceyle değil; farkında olmadan, “nakliye önyargılar” ve “ticari kilitlenme” ile, ya da “refleksif bir mesleki telaş”la, konuştuğu, işte ortada!..
Sonsöz
Dünyamız, uzayda, fevkalade nadide bir mekandır. “Doğamızın dengeleri” milyarlarca yıllık süreçlerde, oluşmuştur. Ama çok “kırılgandır”. Bizimse hayatiyetimizdir. Buna karşılık; beşiğimiz, yuvamız, yaşamımız olan doğamızı; çok hızlı ve vahim biçimde, başkalaştırmaktayız. Ufak ufak sağlığımızı bozduğumuz, en nihayet de, kendimize kasdettiğimiz, bir gerçektir. Biraz nükte ile söyleyeyim... Dünyanın değişen koşullarına ayak uydurabilmek üzere; yakında; kalın kabuklu, kuyruklu, antenli, “uzay filmlerinin kahramanları” gibi oluvereceğiz.
“İnsan aklı”, kendisini milyarlarca yıllık “kozmik uğraşlar” uzantısında ve inanılmaz bir “görkemde” var eden trendleri, hala “idrak edebilmiş” değildir. Bu açıdan “insan aklı”, kendini var eden-ilahi bir bağlamda söylemiyorum, “evren bilinci”nden, geridir.
Mesele, bizi milyarlarca yıllık “kozmik süreçler” uzantısında var eden trendleri kavrayıp, onlarla “uyumlu” bir “yaşam tarzını”, yeryüzünde geliştirmektedir.
Şimdiki yaşam tarzımız, sözünü ettiğim amaçtan çok uzak görünüyor. Bugünkü yaşam tarzımızın kökenindeki “enerji kaynakları” ve “enerji üretim etkinlikleri” çoğunlukla, “gayrı tabii”dir. Yani doğal dengeleri, çoğunlukla bozmaya yöneliktir.
Bu açıdan, hem “tüketim alışkanlıklarımızı”, hem de bunların kökenindeki “sanayi ve enerji üretim etkinliklerimizi”, kesinlikle, gözden geçirmemiz gerekiyor.
Ne böyle gelmiştir, ne de böyle gider.
Dünyamız yaşatmayı başaramazsak; giderek yoğunlaşacak “sağlıksızlık girdaplarına” kıvranır, kahroluruz. Bizden sonra çocuklarınız daha çok kıvranır, kahrolurlar.
Özde bakılırsa, “termik santraller” de, “nükleer santraller” de, sevaplarıyla günahlarıyla, dikkate getirdiğim kozmik ölçütler itibariyla, “doğal trendlere” aykırıdır.
Gelecek yüzyıllarda, bu enerji kaynaklarının, özellikle açıkladığım nedenlerle hizmette tutulmayacağını, kuvvetle tahmin ederim.
“Geleceğin enerjisi”, eğer olabilirse, Güneşimiz’in ve yıldızların kökenindeki “nükleer kaynaşma” yani “füzyon enerjisi” dir... O arada, dünya doğamızın kökenindeki “güneş enerjisi”dir. Buna bağlı “su”dur, “rüzgar”dır, “dalga”dır. Bunların yardımıyla suyun ayrıştırılmasıyla sağlanacak, fosil kaynakların yerini alması çok muhtemel, (temiz) “hidrojen enerjisi”dir.
Bu arada hakkaniyetle kaydedeyim, “nükleer enerji”, başından geçen kazalara rağmen, “nükleer atık” sorunu saklı olarak, önemli bir “umut kaynağı” olmuş ve yeryüzünde bariz üst bir “işlev” gerçekleştirmiştir.
*
Pekiyi, kısaca şimdi, biz ne yapalım ?
Buna baştan beri anlattıklarımın ışığında ve üşenmeden, “demokratik süreçlerde”, hep beraber karar vermeliyiz.
“İnsan aklını”, kendisini milyarlarca yıllık süreçlerde var eden “evren bilincinin” düzeyinde, yüceltmeye çalışarak!..
“İnsan” olarak, “Yücelmenin baş dinamosu”, sanırım, budur.
YAZIYA DAYANAK BAŞLICA ÇALIŞMALAR
1.T. Yarman, General Repodt, Division 4: Unoconventional Energy Resources, Study of Developments, X. Dünya Enerji Konferansı, Eylül 1977, İstanbul.
2.T. Yarman, Alternative Energy Resources, Çağrılı Konuşma, Uluslararası Enerji Yaz Okulu, TÜBİTAK-ICC, 26-30 Eylül 1977, Bursa.
3.T. Yarman, Why Not Solar Energy?, Uluslararası Güneş Enerjisi Sempozyumu, haziran 1978, Kahire.
4.T. Yarman, Enerji, Nükleer Enerji ve Alışılmamış Enerji Kaynakları: Dünya ve Türkiye, Çağrılı Bildiri, Türk Fizik Derneği II. Fizik Kongresi, Eylül 1978, İstanbul. Bildiri Metni: Çağdaş Fizik, Kasım 78 – Mayıs 79.
5.T. Yarman, Türkiye Enerji Sorunu Ele Nasıl Alınmalı?, Türkiye 3. Genel Enerji Koongresi, Kasım 1978, Ankara.
6.T. Yarman, M. Şen, Alışılmamış Enerji Kaynakları, Genel Rapor, Bölüm IV., Türkiye 3. Genel Enerji Kongresi, Kasım 1978.
7.T. Yarman, Türkiye’nin Enerji Sorunu, Çağrılı Konuşma, Türkiye’nin Gereksinmesini Karşılamak Üzere Nükleer Enerjiyi Kullanma Zorunluluğu Var mıdır?, Sempozyum Türk Kimya Dernaği, 21-22 Mayıs 1979, Odakule, İstanbul. Konuşma özeti: Kimya ve Sanayii, Eylül-Aralık 1979.
8.N. Aybers, T. Yarman, Rural Application Possibilities of Solar Energy in Turkey, International Symposium-II on Solar Energy, Ağustos 1979, İzmir.
9.T. Yarman, Nuclear Energy Decision-Making in Developing Countries, Confrance on Long Term energy Resources, UNITAR (United Nations Institute For Training and Research), Kasım – Aralık 1979, Montreal.
10. N. Aybers, T. Yarman, E. Özdil, H. Ögelman, Alternative Energy Resources: Study of Rural Application Possibilities in Turkey, 2nd Miami International Conference on Alternative Energy Sources, Aralık 1979.
11.S. Öney, T. Yarman, B. Tekes, Wind Energy Utilization Possibilities in Turkey, 2nd Miami International Cıngerence on Alternative Energy Sources, Aralık 1979.
12.K. İnan, T. Yarman, The Impact of World Energy Crisis on Turkey, XI. Dünya Enerji Konferansı, Eylül 1980,Münih,
13.T. Yarman, Türkiye’de Nükleer Enerji: Sorunlar ve Çözüm Önerileri, 1. Ulusal Nükleer Bilimler Kongresi, Mayıs 1980, İzmir.
14.T. Yarman, Enerji Kaynakları, Çağrılı Konuşma, TÜBİTAK Yaz Okulu. Karacaali, Gemlik, Temmuz 1981.
15.T. Yarman, Nükleer Enerjinin Dünyadaki Son Görünümü, Sorunlar ve Seçenekler, Çağrılı Bildirİ, Türkiye’De Nükleer Enerji Planlaması Semineri, Kasım 1981, Ankara.
16.T. Yarman, Enerji Düğümü: Yanılgılar, Beklentiler, Çözüm Seçenekleri, Çağrılı Bildiri, Fizik Mühendisliği Bilimsel ve Teknik Kurultayı – III, 8-9 Kasım 1984, Ankara.
17.T. Yarman, Türkiye’de Güneş Enerjisinden Yararlanma İmkanları, Çağrılı Bildiri, Türkiye’nin Enerji Sorununa Ekonomik Yaklaşım, Türkiye Ekonomi Kurumu, 18 Ocak 1986, Ankara.
18.T. Yarman, Enerji Dünyasının Sorunları, Seçenek ve Çözümleri Karşısında Türkiye, Aynı Başlıklı Sempozyum, Teknik Açış Konuşması, 22-24 Mayıs 1985, Eskişehir.
19.T. Yarman, F.A. Yarman, Nükleer Enerji: Dünya ve Türkiye, Nükleer Enerji ve Sanayii İşbirliği Sempozyumu, İTÜ Nükleer Enerji Enstitüsü, 15-17 Ekim 1986.
20.T. Yarman, F.A. Yarman, Dünya Enerji Teknik ve Siyasi Konjonktürü, Türkiye IV. Genel Enerji Kongresi, 17-21 Kasım 1986, İzmir.
21.T. Yarman, Enerji, Nüfus ve Çevre, Çağrılı Bildiri, Nüfus ve Çevre Konferansı, Türkiye Çevre Sorunları Vakfı, 8-9 Ekim 1987, Ankara.
22.T. Yarman, X. Dünya Enerji Konferansı Yuvarlak Masalar (RT) veya Özel Oturumlar (SS) Özetleri, Transactions of the X. W.E.C., Eylül 1977, İstanbul:
•Oil and Gaz (RT)
•Conditions Governing the Control and the Uie of Plutonium (RT)
•International Cooperation on Energy (RT)
•Coal (RT)
•Nuclear and Unconventional Energy Resources (RT)
•Energy Information Exchange (SS)
•Use of Waste Materials for the Production of Heat and Electricity (SS)
•Broadening the Range of Cooking Coals (SS)
•Hydraulic Resources (SS)
•Economic Aspects of Super-Conductive Cables (SS)
•Nucleer Energy for Marine Propulsion (SS)
•Workshop on Alternative Energy Strategies (SS)
•Transactions of Division $, Editing X. W.E.C., Eylül 1977, Istanbul.
23.T.Yarman, Nuclear Energy Decision-Making for Turkey, İTÜ Nükleer Enerji Enstitüsü Bülteni, NEE-33, 1981
24.T.Yarman, Nuclear Energy Decision-Making for Turkey, (önceki raporun özeti), Part II. 16, Nuclear Energy in Developing Countries, An Analysis of Decision Making, edited by J.E. Katz, O.S. Marwah, Lexington Books, 1982.
25.T. Yarman, Enerji, Nükleer Enerji ve Alışılmamış Enerji Kaynakları: Dünya ve Türkiye, Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, Mühendislik,Vol. 7-1979; Çağdaş Fizik, Kasım 1978-Mayıs 1979.
26.T. Yarman, Füzyon Enerjisi Olurluluğu Hanği Aşamada, Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, Fizik, Vols. 8-9-1980-81.
27.T.Yarman, Türkiye’nin Atom Enerjisi Meselesi, başbakan’aRapor, temmuz 1982.
28.T. Yarman, Nükleer Enerjinin Dünyadaki Son Görünümü, Sorunlar ve Seçenekler, Elektrik Mühendisliği, 283, 1982.
29.T. Yarman, Will the Energy Situation in the Developing World Get Better or Worse in the Years Ahead? Vita News (ABD) temmuz 1982 Sayısına Çağrılı Makale (yazı postadaki gecikmeden dolayı burada basılamamıştır. ) Anadolu Üniversitesi Mühendislik-Mimarlık Fakültesi Dergisi, Cilt 1, Sayı 3, 1984.
30.T. Yarman, Geleceğin Enerjisi: Füzyon Enerjisi ve Füzyon Reaktörleri, Anadolu Üniversitesi, Mühendislik-Mimarlık Fakültesi Dergisi, Cilt 1, Sayı 2, 1984.
31.T. Yarman, Enerji ve Türkiye, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, 1984, 689-722.
32.T. Yarman, Enerji ve Nükleer Enerji Seçeneklerine Geniş Açıdan Bakmalıyız, Çevre Koruma, sayı 23, Ocak 1985.
33.T. Yarman, Nükleer Enerjiye Tepkiler, Ekonomide Diyaloğ, Sayı 16, Eylül 1984, Çevre Koruma, Sayı 23, Ocak 1985.
34.T. Yarman, Three Mile Island Nükleer Reaktör Kazası, Çevre Korumma,Sayı 23, Ocak 1985.
35.T. Yarman, Ekonomi-Ekoloji, ya da Kaynaklarla Çevrenin Akılcı Yönetim ve Kullanımı, İktisat Dergisi, Sayı 245, Mart 1985.
36.T. Yarman, Türkiye’de Güneş Enerjisi, İktisat Dergisi, Aralık 1985, Sayı 253
37.T. Yarman, Nükleer Enerji: Kimine Umut, Kimine Nefret, Bilim ve Sanat, Haziran 1986.
38.T. Yarman, Çernobil’in Ardından: Nükleer Teknoloji Seçimi Acaba Uygun muydu?, Kimya Mühendisliği, Sayı 117, Haziran 1986.
39.T. Yarman, Çernobil Nükleer Faciası, Elektrik Mühendisliği, 1986/6-7.
40.T. Yarman, Nükleer Enerji, Türkiye ve Yanlışlar, ElekrikMühendisliği, 334/335, 1186, 1986.
41.T. Yarman, F.A. Yarman, Enerji Konjonktürü, İktisat Dergisi, Kasım-Aralık 1987, Sayı 276-277.
42.T. Yarman, Türkiye’de Nükleer Santral Yapımı, Türkiye – Arjantin İşbirliği, TMMOB Fizik Mühendisleri Odası İstanbul Bülteni, sayı 7, Mayıs 1993.
43.T.Yarman, Atom Enerjisi ve Türkiye, 23 Aralık 1975, Cumhuriyet.
44.T. Yarman, Türkiye Nükleer Enerji Çağına Girerken..., Nisan 1976, Milliyet.
45.T. Yarman, Atom Enerjisi Alanında Türkiye’nin Çelişkisi, 8 Mart 1977, Milliyet.
46.T. Yarman, Plutonium, A Matter Which has its Impact on Our Era, 20 Eylül 1977, X. Dünya Enerji Konferansı Gazetesi.
47.T. Yarman, Dünya Enerji Sorununun Geleceği ve Türkiye, 4 Ekim 1977, Milliyet.
48.T. Yarman, Nükleer Enerji Ne Güvensizdir, Ne de Gereksiz...... 23 Haziran 1978, Milliyet.
49.T. Yarman, Türkiye ve Nükleer Enerji Tartışması, 23 Ocak 1979, Milliyet.
50.N. Aybers, K. İnan, T. Yarman, A. Gevgili, Atom Enerjisi, Atom Santralleri ve Türkiye, 15 Nisan 1979, Milliyet, Forum.
51.T. Yarman, Türkiye’de Ğüneş Enerjisi Umudu, 24 Ağustos 1979, Milliyet.
52.T. Yarman, XX.Yüzyılın Totemi: Enerji, 13 Ekim 1980, Milliyet.
53.T. Yarman, Enerji, Ülkenin Sorunu, 20 mayıs 1981, Cumhuriyet.
54.T. Yarman, Orta Doğu’da Nükleer Trafik. 4 Kasım 1981, Milliyet.
55.T. Yarman, Dünya Enerji Sorunu Bir Yanıyla Blöf mü? 12 Ekim 1983, Cumhuriyet.
56.T. Yarman, Nükleer Enerji Gözden Neden Düşüyor ?, 21-23 Temmuz 1984, Cumhuriyet.
57.T. Yarman, Nükleer Santral Seçim Kararı Artik Siyasal Niteliklidir! 29 Eylül !984,Milliyet.
58.T. Yarman, Türkiye’de Güneş Enerjisi, 4-7 Kasım 1984, Cumhuriyet.
59.T.Yarman, Türkiye’nin Bir Nükleer Enerji Politikası Var mı? 15 Aralık 1985, Cumhuriyet Siyaset Eki.
60.T. Yarman, Ürpertici Bir Kaza (Sovyetler Birliği’nde Çernobil Nükleer Reaktör Kazası ardından), 1 Mayıs 1986, Cumhuriyet.
61.T. Yarman, Nükleer Enerji, 6 Haziran 1986, Elektrik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Haberleri.
62.T. Yarman, SPD; Enerji Politikası ve Türkiye, 1 Ekim 1986, Cumhuriyet.
63.T. Yarman, Çernobul Kazası Sonrası Sovyetler ve Avrupa, 8 Ekim 1986, Milliyet.
64.T. Yarman, Radyasyon Skandalı, 15 Aralık 1986, Güneş.
65.T. Yarman, Çernobil Kazası ve Radyasyon, 28 Aralık 1986, Nokta dergisi.
66.T. Yarman, Radyasyonda Bilime Yasak, 24 Ocak 1987, Güneş.
67.T. Yarman, F.A. Yarman, Çernobil Nükleer Reaktör Kazası ve Türkiye’de Aldığımız Radyasyon, 28 Mart 1987, Bilim Teknik, Cumhuriyet.
68.T. Yarman, Atom Enerjimizde Sentez Draması, 2 Temmuz 1987, Güneş.
69.T. Yarman, F.A. Yarman, Dünya Enerji Konjonktürü, 15 Ağustos 1987, Bilim Teknik, Cumhuriyet.
70.T. Yarman, Füzyon, Dün, Bugün, Yarın (1), 5 Ağustos 1989, Bilim Teknik, Cumhuriyet.
71.T. Yarman, Füzyon, Dün, Bugün, Yarın (2), 12 Ağustos 1989, Bilim Teknik, Cumhuriyet.
72.T. Yarman, Çevreyi Mahvetmeden Yaşamak Olanaklıdır-Enerji, Nüfus, Çevre, 15 Ağustos 1990, Sosyal Demokrat İstanbul.
73.T. Yarman, Demokratik Kirlenme, Haziran 1990, Sosyal Demokrat. 10 Temmuz 1990, Cumhuriyet.
74.T. Yarman, Çevre Kirliliği Kaçılınlmazlık Değildir!, 11 Ocak 1992, Bilim Teknik, cumhuriyet.
75.T. Yarman, İnsan Kendi Özü Kaosa Geri mi Dönüyor? 29 Aralık 1990, Bilim Teknik, Cumhuriyet.
76.T. Yarman, Uzaysal Düzen, İyilik ve Kötülük, 29 Şubat 1992, Bilim Teknik, Cumhuriyet.
77.T. Yarman, Temel parçacıklardan, Canlıya, Düşünceye, Duyguya, Maddenin Halleri, 29 Haziran 1991, Bilim Teknik, Cumhuriyet.
78.T. Yarman, Akıl, Evren Bilincinin Gerisindedir !, 20 Haziran 1992, Bilim Teknik, Cumhuriyet.
79.T. Yarman, Türler Arasındaki Acımasız Savaş, Bilim Teknik, Cumhuriyet, 18 Temmuz 1992.
80.T. Yarman, Kozmik Açıdan İlericilik, gericilik, Cumhuriyet Bilim teknik, Ocak 1993.
81.T. Yarman, Çernobil’den Yedi Yıl sonra, Cumhuriyet, 28 Ocak 1993.
82.T. Yarman, Enerji Kaynakları, Kitap, Anadolu Üniversitesi Yayınları, No 36, Mühendislik – Mimarlık Fakültesi Yayınları, No: 7, 1983.
83.T. Yarman, Enerji ve Türkiye, Kitap, Anadolu Üniversitesi Yayınları, No 89, Mühendislik – Mimarlık Fakültesi Yayınları, No: 21, 1985.
84.T. Yarman, Dünya Enerji Siyasası, Silahlı Kuvvetler Akademisi, Harp Akademileri Komutanlığı, 13 Kasım 1984.
85.T. Yarman, Doğa Kaostan Düzen Yaratıyor. Ne ki Bilinç Kazanmış Düzen İntihar Edebiliyor!.. Uluslararası Çevre Sorunları Sempozyumu, İstanbul Marmara Rotary Kulübü, Atatürk Kültür Merkezi, İstanbul, 22-24 Mayıs 1991.
86.M. Kaymakçı, K. Curi, T. Alptürk, G. Ekinci, S. Emek, M. Şen, T. Yarman, Aliağa Termik Santrali, 1. BakırçayÇevre Sempozyumu, Aliağa Belediyesi, 18 Nisan 1992.
87.S. Gürel, Y. Sanalan, T. Yarman, V. Altın, B. Çetin, Türkiye’de Nükleer Enerjinin Geleceği, Panel, TÜSES, 15 Mayıs 1993, TÜBİTAK, Ankara.
88.İ.O. Kabaoğlu, F. Baykut, S. Kınacı, Ü. Erdoğan, T. Yarman, Alternatif Enerji Kaynakları, Panel, TRT 2, 22.40, 19 Temmuz 1993.
89.T. Yarman, Atom Enerjisi, Sosyal demokrat, Ekim 1993.
90.Y. Sağtürk, N. Aybars, A.Y. Özemre, Ü. Erdoğan, T. Yarman, Nükleer Enerji Dünya ve Türkiye, Panel, HBB, 7 Kasım 1993, 13.00.
Son Yorumlar