« Baz İstasyonları | “YEREL YÖNETİM”, YA DA “GENEL SEÇİM” SÜREÇLERİNE, DEĞİŞİK BİR YAKLAŞIM » |
AVRUPA GÜVENLİK VE SAVUNMA KİMLİĞİ, AVRUPABİRLİĞİ VE NATO İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ, TÜRKİYE'YE ETKİLERİ
Yazılar, Gazete Yazıları
AVRUPA GÜVENLİK VE SAVUNMA KİMLİĞİ,
|
...
Aynı bir çerçevede; Yugoslavya'da, son toplamda başta Almanya; Batılıların, gayet gaddarca kışkırtılan yerel gerginlikler üzerinden, öyle yada böyle, ciddi bir hinterland kavgasına tutuşmuş oldukları göz ardı edilemez. Bosna Hersek kundaklaması ile gelişen Balkanlar' da ki vahşetin kökeninde, Alman kökenli kışkırtmaların olduğunu, bizzat, Sırp başı Radovan Karajitz ifade etmiştir. Bu ne kadar böyleyse, olayların, bir süre uzağında kalmış gibi görünen ABD'nin (tarihi Sırp - Rus ittifakının mıknatıslamasıyla, Sırplar cenahında, Rus himayesine girivermiş) bölgeye, sonuçta NATO üzerinden müdahalede bulunmak suretiyle, söz konusu hinterland kavgasına karışmaktan daha fazla geri duramamış olacağı olgusu da, o kadar doğru sayılacaktır.
Kuşkusuz, kendilerine ait karakter özellikleri ile gelişiyor olsalar da, ne Ermenistan-Azerbaycan çatışmasını, ne Rusya'yı geniş anlamda ilgilendiren ve içine çeken Kafkaslar' da ki öteki çatışmaları, bu kez Ruslar baş bir özne olmak üzere, Batılıların, kendi aralarındaki hinterland kavgaları ve tepişme sürecinden soyutlamak hiç mümkün durmamaktadır.
Son aşamada; ABD'nin Afganistan'a müdahalesinin (her ne kadar, bölgede bugüne kadar olmamış açılımları meydana getirmede, Rusya dahil, hemen tüm Batı, bir ittifak içinde görünüyor ise de), önümüzdeki evrelerde, Batılıların, çok muhtemelen, kendi aralarında içten içe gelişecek çatışmalarına, nasıl sahne olacağı, apayrı, ilginç bir konu olarak karşımıza gelecek olsa gerektir.
Terör örgütü KADEK (PKK) olayında, Silahlı Kuvvetlerimiz, başlangıçta kuvvetle tahmin edilebilir ki, ABD'yi de kapsıyor olarak (ayrıca kendi içinde değindiğimiz hinterland çekişmeleriyle malul), hemen tüm Batı Dünyası'na, daha doğrusu bunların, bölgedeki örtülü örtüsüz, ama muhakkak aleyhinize olan müdahalelerine karşı, sonuçta kesin bir zafer elde etmiştir. Burada, "En başta, kendine özgü coşkusu ve gelenekleriyle, bir kenetlenme sergileyen, Türk ulusu, Türkiye Cumhuriyeti galip gelmiştir", demek yerinde olur.
Çatışmanın son raundunda ise, terör örgütü KADEK (PKK)in (buz dağının su üstündeki) baş aktörü A. Öcalan'ın, Afrika'da Türkiye'ye teslim edilmesinde öndeki rolü üstlendiği çağrışan ABD, kıvrak biçimde Türkiye'nin yanında, bir manada da, bölgede at koşturmak isteyen öteki Batılılara karşı, "kesin yerini" tutmuştur. Demek ki, bu süreçte, başlangıçta PKK'ya dönük muğlak yeri saklı olarak, ABD de, bir galiptir; Batılı öteki müttefiklerimiz ise mağlup! (1)
Temel Bir çözüm: İç İstikrar
Ülkemiz, Ortadoğu ve Uzak Doğu'nun petrolü ve doğal gazına ulaşımda, ana ve yan arterleri gitgide büyüyecek olan yeni bir ipek yolunun, ayrıca benzersiz baş bir kavşağı konumundadır.
Bir diğer yandan; ülkemiz ABD ve Avrupa'nın, başta Türki Cumhuriyetler, Uzak Doğu'ya duhul etmesinde; aynı biçimde, başta Japonya, öndeki Uzak Doğu üreticilerinin Avrupa'ya sokulmasında, yine ilginç bir kavşak noktası ve istasyon işlevinde olarak değerlendirilmek konumundadır.
Başka bir deyişle, başımızın ağrıtılması için, öncekilere ilave pek çok yeni sebep oluşa gitmektedir.
Bu durumda ilk yapılması gereken her halde (ne kadar aşikar olursa olsun, belirtilmesinde yarar olacaktır), iç istikrar ve bütünleşmenin sağlanmasıdır. Böylesi bir amaç ise, "birlik, beraberlik" nutuklarının atılmasıyla değil, en önce, iyice derinleşmiş ve yaygınlaşmış "sosyal eşitsizliklerin" giderilmesiyle olur.
Gelir dağılımının bunca bozuk olduğu bir ülkede, tehdit ve güvenlik meselelerini hiç başka bir yerde aramaya gerek yoktur; böyle bir durumda, yekvücut olması arzulanan bir ulustan, bahsetmek bile abestir.
Biz bütünleşemezsek, bizim zaafiyetimizden (kusuru kendimizde aramadan, kolayına kaçıp, suçu üstlerine atacağımız), dost, düşman hemen herkes, tabiatıyla yararlanmak isteyecektir.
Yapısal Dönüşüme Bağlı İç Zıtlaşmalar ve Millilik Sorunu
Ülkemizin, baş bir enerji kavşağı, o arada Batı ile Doğu pazarlarının öndeki bir ulaşım ve karşıtlaşma merkezi özelliğinde bulunmasına bağlı olarak; işte örneğin bir büyük ABD kuruluşu bir "büyük holdingimizle" işbirliğine girmekte; aynı biçimde, söz gelişi bir dev Japon kuruluşu, başka büyük bir holdingimizle işbirliğine, girmekte; böylelikle ABD ve Japonya, topraklarımız üzerinde zıtlaşmakla kalmamakta; aynı zamanda iki "büyük holdingimizi" de ister istemez, karşı karşıya getirmektedirler.
Böylesi bir gelişme tabiatıyla, bahsettiğimiz doğrultuda olarak, "uluslararası ticaret kavgalarından” nasibimizi nasıl aldığımızı göstermektedir. Ama asıl (iki "milli" kuruluşumuzun, arkalarındaki okyanus aşırı kuruluşların, üzerimizde olarak zıtlaşmalarından dolayı, karşı karşıya gelmeleri yüzünden), "millilik" kavramının, nasıl tanımlanması gerektiği gibi, gayet ciddi bir sorunsalı da ortaya çıkartmaktadır.
Başka bir deyişle, yukarıdan beri anlattığımız gerginlikler; dönüp dolaşıp, iç istikrarsızlıklarımızı, ayrıca çok yönlü girişimler ve düpedüz ve maşalı silahlar ile, körüklemeye yönelerek, ulusal bütünlüğümüzü tehdit etmekle kalmamakta; aynı zamanda uluslararası ticaret kapışmalarında "millilik" vasfımızı da, içerden içerden ister istemez, kemirebilecek ve hasara uğratabilecek olmaktadırlar.
ABD - AB Gerginliği ve Türkiye
ABD - Avrupa gerginliği malum, 1960'lı yıllardan kök almaktadır. Her halde, o ara, NATO Karargahı'nın (Avrupa liderliğine kendini en yakın gören, İkinci Dünya Savaşı Kıta Avrupası galibi), De Gaulle Fransa’sı tarafından, Paris'ten sökülüp, Brüksel' e taşınma zorunda bırakılması ile en kritik sayılacak bir dönemecini yaşamıştır. Burada ayrıntıya girilmeyecektir. Ancak, yükselmekte olan söz konusu krize karşın, Soğuk Savaş sırasında, NATO hiç kuşkusuz Batı'nın en temel askeri aparatıdır ve o sıralar yükselmekte olan ABD - Avrupa gerginliği, buz dolabına kalkacaktır.
Soğuk Savaş, başta ABD'nin zaferiyle bitmiştir; ama ortak düşman (Sovyetler Birliği) çökünce, Avrupa açısından, artık ne NATO'ya ne de ABD' ye, gerçekte ihtiyaç yoktur; her hal-u karda, buz dolabındaki sorun artık sıcaklık kazanmaya başlayınca, Avrupa'nın Efendisi, ABD olmayacaktır.
ABD buna rıza göstermez; AB' yi NATO'nun içine daha çok çekmeye çalışır. Bu çerçevede (her halde, Avrupa'nın kendi içindeki zıtlıklarına abanılarak), NATO'ya birbirinden değişik yeni tanımlar ve yeni misyonlar biçilir. "NATO ailesi kalabalıklaşır; bağımsızlık bayrağı açan, Avrupa'nın güçlü devletleri, bilhassa Fransa, sonra da Almanya, burada seyreltilmeye çalışılır", demek uygun olacaktır.
Ayrıca, Avrupa evet, hemen bir "Avrupa Birleşik Devletleri" olamayacaktır. Ancak, işte Avrupa" siyasi birliğini ", "ticari birliğini", "para birliğini" oluşturmuştur. Geriye "askeri birlik" ve en az bunun kadar önemlisi, "savunma sanayii birliği" kalmaktadır.
Önemle belirtilmeli ki, "savunma sanayii birliği", "askeri birlik" kadar önemli olmanın da ötesinde, "askeri birliğin olmazsa-olmazı "dır.
Avrupa'da "çok odaklı" savunma sanayii (henüz uzak bir ihtimal olması hususu saklı olarak ifade edelim), "entegre" olabilse bile, dev ABD savunma sanayii ile hala daha başetmekten uzaktır. Ayrıca Avrupa'da olsun, Avrupa dışında ve Dünya piyasalarında olsun, iç rekabet sorunlarıyla kendi kendini çelmeler bir özürlülüğü sürdürüyor görünmektedir.
Bütün bunlara karşın AB; nihayette, NATO dışında bir askeri birliği (evvelki denemeler ne kadar başarısız olmuş olursa olsun), tesis etme yönünde bir iradeyi, gün günden daha çok yürürlüğe koymaktaymış gibi durmaktadır.
Bugün kopan cıngar budur.
Buna karşı ABD'nin; sergileye geldiği şekliyle, AB'yi NATO'ya olabildiğince daha çok çekmek, ya da NATO'yu daha çok genişletip başkalaştırarak, AB 'nin bağımsızlıkçı önder devletlerini burada seyreltmek, son toplamda ise Avrupa içinde NATO üzerinden etkinliğini perçinlemek suretiyle, AB'nin söz konusu hamlesini kesmeye çalışmaktan başka alternatifi, yok gibi durmaktadır.
Öyle yada böyle, ABD; "Bağımsız Avrupa Askeri Birliği" yönündeki eylemleri, buna sonuçta rıza göstermiş görünse dahi, NATO aparatının çeşitli süreçlerinde etkisizleştirmek, yada kendi denetimine almak, istemektedir.
Hani öyle görünüyor ki, ABD, giderek kronikleşecek gibi duran Avrupa kriziyle başını ağrıtmamak üzere, "Soğuk Savaşın sürdürülmesini" bile, tabii müthiş ürpertici ama, fevkalade gaddar bir uluslararası arenada hiç yadırganmayacak, temel bir strateji olarak takip edebilirmiş!
Bize dönelim: Türkiye yakın bir gelecekte hiçbir zaman AB'ye alınmayacaktır. Bu şekliyle, belirtmeden geçmeyelim, Gümrük Birliği Anlaşması'nı imzalamış olmamız son toplamda herhalde, hal-i hazır durum itibariyle, lehimize olmamıştır.
Çizdiğimiz çerçevede, Türkiye'nin, ABD AB çekişmesinde, bir tarafı ötekine yeğlemek için hiç bir sebebi olmasa gerektir ve bu denklem, gerek Genelkurmay'da gerekse de Dışişlerimizde gayet iyi biliniyor ve ona göre hareket ediliyor görünmektedir.
Bütün bunlar saklı olarak, ABD - AB kutuplaşması, korkulur ki, çok ciddi bir pürüzdür.
Türkiye ise, böyle bir gelişme sürecinde;
i) Millilik vasfını güçlendirirse,
ii) keza, buradan alacağı güçle, gerçekçi ve kişilikli davranırsa...
Başka bir deyişle;
i) Kendisine, her halde sadece bir "ileri karakol", bir "gözetleme ve dinleme mevkii", bir "üs ", bir "zıplama platformu ", olarak bakmış bir ABD ile,
ii) kendisine söz konusu açılardan yada başka açılardan, hep ikircikli yaklaşmış bir AB'ye,
iii) keza, Soğuk Savaş yıllarında ne yaşanmış olursa olsun, Rusya'ya,
iv) o arada irili ufaklı öteki odaklara,
belli bir akılcılık, kararlılık ve ahenk içinde, eşit uzaklıkta durmayı başarabilirse; "stratejik" olarak bilinen özelliklerine, bir yenisini daha ekliyor olabilecektir.
Savunma sanayii; savunmanın, ondan önce de gücün, ayrılmaz bir parçasıdır. Bu çerçevede ülkemizde "akılcı bir savunma sanayiinin" tesisine ilişkin (ne kadar kolay söylenebiliyor görülürse görülsün, gerçekte hiç de kolay yakınsamadığımız, tersine, benimsenmesinde, ayrıca çok yanlışa düşerek geç kaldığımız, ancak şimdilerde daha çok idrak edildiğini izlemekten memnuniyet duyduğumuz) temel teoremleri, konumuzun bütünselliğinin sağlanması açısından, vazetmemiz gerekli görünmektedir.
O kadar böyledir ki ("hibe" dramına daha hiç gelmeden), günümüz "teknoloji dünyasında" (para verip satın almanız durumu dahil) başkasının silahı ile, savaşıyorsanız, günün birinde onun emelleri için savaşmaya sıkışacağınız, hatırdan hiç çıkartılmamalıdır.
Bölgede ve dünyada barışın sağlanmasına yönelik katkıların sarfına omuz vermemiz gerekliliği saklı olarak, günün koşullarında, gerçekçi ve akılcı bir savunma sanayiinin tesisi, hayati önemdedir. Bu çerçevede izlenmesini gerek gördüğümüz "temel teoremleri" telaffuz edelim.
Savunma Sanayiimiz
Akılcı, gerçekçi ve tabii milli olunacaksa, savunma sanayiimiz şu özelliklerde olmalıdır:
· Sivil sanayiye entegre olmalı, oradan kökler almalıdır.
· Sivil sanayii bes1eyebilmeli, onu geliştirebilmelidir .
· Kendi içinde entegre (bütünleşik) olmalıdır; yani, kopuk kopuk ürünler imaline yönelik olmamalıdır.
· "Milli" olmalıdır; yani, belli bir yabancı lisansla yapılan yada edinilen silah ( evvelce uçaklarımız örneğinde olduğu gibi), sözgelişi buna ait "elektronik bir karta" el konarak "battal" edile bilinememelidir.
Dikkat edilmelidir ki:
· İlk üç koşul yerine gelmezse, ekonomiye "yük” olunur.
· Son koşul yerine gelmezse, silah, “göstermelik” olur.
Söz konusu açıdan diğer gayet önemli bir teorem şudur:
· Savunma sanayii, bizimki gibi bir ülkede "teknoloji üretimini", hemen hedef alamayabilecektir. Nihai hedef, bu olmalıdır. Ancak günün gerçeğinde (söz gelişi F-16 Projesi'nde izlenen yolun tersine), "bavul üretimini" değil, "ürün geliştirmeyi" hedef almalıdır.
Aynı çizgiden olarak ("tedarik" değil, "savunma sanayiini geliştirme" zemininde):
· Taarruz silahlarının (söz gelişi 'tankların') değil, savunma silahlarının (söz gelişi tanksavarların') yapımı (bunlar ele çok daha kolay alınabileceği için), hedef alınmalıdır ki, sanayii kendi içinde kademe kademe ve sağlıklı biçimde geliştirilebiliyor olsun.
Bu sözlerimizle, hiç bir biçimde, "Taarruz silahlarımız olmasın", demek istemediğimize (bunlar gerek görüldüğünce, tabiatıyla tedarik edilecek olarak), ne ki "Savunma sanayii geliştirilirken, kolları, 'taarruz silahlarını', ayrıca 'bavul yöntemiyle' yapmak üzere değil, en önce 'savunma silahlarını', geliştirip gerçekleştirmek üzere, sıvamanın" önemini vurgulamak istediğimize dikkat ediliyordur.
Stratejik çözümlemeler yapılırken, "teknoloji", eşyanın tabiatından olmalı, göz ardı edilmekten geri durulamayabiliniyor. Ama şurası muhakkak ki; stratejik öneme sahip olacak bir Türkiye; akılcı ve milli bir savunma sanayiini tesis edebilmiş bir Türkiye olacaktır.
"Savunma kabiliyeti" artık, silahlarla değil, onların kökenindeki "savunma sanayii kabiliyeti" ile ölçülüyor.
Genelkurmay'da "stratejik hedef planlamaları" yapılırken, sivillerin de katılımı ile (elbette sonrasında demokratik süreçlerde onaylanacak olarak), "stratejik teknoloji ve savunma sanayi planlarının" yapılması hayati bir gereklilik arz etmektedir. Geçiş sürecinde ise, silah tedarikleri yapılırken, harcamaların cüzi bir bölümünün olsun, milli savunma sanayii geliştirme faaliyetlerine hasredilmesi, en az o kadar hayati bir önem taşımaktadır.
Türkiye, yukarıda kendisi için biçtiğimiz misyonu (baş bir koşul olarak), ancak böyle gerçekleştirebilir.
(1) Burada, KADEK (PKK) olayının, bölgede –deyim yerinde sayılırsa- bir “Batı odaklı ‘kaşıma’ yada ‘kışkırtma’ marifeti” olduğunu savlamayı istemediğimiz, vurgulanmalıdır. Herhangi bir yerde “PKK” türünden bir olay varsa, orada “iki temel özellik” var mı diye bakmak uygun olacaktır.
Birincisi, “kaşınmaya müsait bir ‘vasat’ olup olmadığıdır”.
İkincisi ise, “bir ‘kaşıyanın’ bulunup bulunmadığıdır”.
Aşikardır ki, “vasat varsa, birisi kaşımıyor” demek değildir. Yahut da “birisi kaşıyorsa, vasat yok” demek değildir. Yalnız, “kaşıma fiilinin sonuç vermesi için, vasatın muhakkak bulunması gerektiği” hususu akademik bir bütünsellik arayışında gözetmek yerinde olacaktır.
Son Yorumlar