« AVRUPA GÜVENLİK VE SAVUNMA KİMLİĞİ, AVRUPABİRLİĞİ VE NATO İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ, TÜRKİYE'YE ETKİLERİ | Seçim Sonuçları » |
“YEREL YÖNETİM”, YA DA “GENEL SEÇİM” SÜREÇLERİNE, DEĞİŞİK BİR YAKLAŞIM
Yazılar, Gazete Yazıları
“YEREL YÖNETİM”, YA DA “GENEL SEÇİM” SÜREÇLERİNE, |
...
Batıdaki’nin tersine, kente gelenlerin tümü, bizde, sanayimiz tarafından istihdam edilememektedir; kente akın akın göç edenlerin birçoğu, ne hazindir ki sokakta kalmakta, oradan oraya günü birlik sıçramalarla, yaşamlarını canhıraş bir biçimde idame ettirmeye çabalamaktadır. (Diğer bir yandan, sanayi, istihdam ettiklerinin hemen hiç birine barınak sağlamış değildir. Demek ki, sanayide iş bulmuş olanların, kentte yaşam kurma sıkıntıları, sanayide yer bulamadığı için sokakta kalan yığınların sıkıntılarından, çok farklı değildir.)
Kestirmeden ifade edersek, plansız, programsız, yetersiz bir sanayileşme, tüm olumlu atılımlara dönük takdir hissi içinde olmamız saklı olarak, son toplamda, beraberinde çarpık bir kentleşme getiregitmiştir.
Anlatageldiklerim, bu yazıda dikkate sunmayı dilediğim, ilk iki teoremi oluşturmaktadır.
Teorem: Bizdeki sanayileşme, kentleşmenin yegâne motoru değildir; kente göç edenleri tam soğruramadığı için, toplumsal ayrışma, Batı’dakinden farklı olarak, yalnızca emek ve sermaye zeminine oturmamaktadır.
Teorem: Yetersiz sanayileşme, beraberinde gecekondu kentleşmesini getirmektedir. Buna bağlı olarak, kente önden gelenlerle, arkadan gelenler, birbirlerinden, Batı’dakinden çok farklı olarak, sınıfsal bir tasnif zemininde değil, yer kavgasında, kente intikal sıralarına bağlı olarak, topaklaşıp topaklaşıp, ayrışmaktadırlar.
Bakın, örneğin İstanbul’da, buraya 1960’larda gelen Karadenizliler ile, daha sonraları gelen Doğulular, hemen her semtte, gayet belirgin olarak ayrışmaktadırlar. Kente önden gelen Doğulular ile, arkadan gelen Doğulular da ayrışmaktadırlar.
Yetersiz Sanayileşme Çarpık Kentleşme Çürüyen Demokrasi
Bu olgu, partiler arası kırılma sınırlarını belirlediği gibi, söz konusu partilerin çeşitli kanatlarını da (yinelemeliyiz, salt “sınıfsal” bir zeminde, tasnif edilemeyecek bir özellikte olarak) betimlemeye yetmektedir. Konuyu bir parça daha açabilmek üzere, evvelce yazdığım bir yazıdan alıntı yapıyorum.
Dikkate getirdiğim doğrultuda, demokrasi, dolayısıyla temsiliyet, ister istemez kökte etnik sıcaklık arayışları üzerinde şekillenivermeye koyulduğundan, haliyle etnik kimlikleri öne çıkartmaktadır.
Başka bir deyişle, ister partiler arası, ister partiler içi, çatışan gruplar, her hal-u kârda hemşerilik, ırkdaşlık, mezhepdaşlık odakları dolayında vücut bulup, kamplaşmakta... Ama son toplamda kente geliş sıralarına göre kendi içlerinde de, çarpıcı bir biçimde ayrışmaktadırlar...
Böyle bir zeminde, temsiliyet, liyakati devamlı olarak alabora etmektedir. Çeşitli görevlere seçilenler, pek çok örneği itibariyle, yetersiz kalmakta... Yalnızca yönetimde ehliyet özrü sergiliyor olmamakta... Ama aynı zamanda bal tutmuş olarak, parmaklarını, hem de gayri meşruiyet bataklarında yalamaktadırlar.
Bu doğrultudaki örnekler, gerçekten de bir genelleme yapılmasına imkan bahşedecek kadar boldur.
Anlatımı yumuşatmak üzere olsun, iki öyküyü kaydetmek yerinde olabilecektir. (Özneleri, zaten belirtmeyeceğim ama, burada hedefimiz bilhassa onlar olmadığı için, onlara ilişkin adres özelliklerini, iyice belirsizleştirmek üzere, birazcık bozuyorum.)
Birincisi, kısa bir süre önce ilerici olarak tasnif edilen bir partimizin, rahmete kavuşmuş bir üyesinin, cenaze namazının arkasından yaşanıyor. (Güvendiğim bir Birinci Ağız’dan duyuyorum.) İmam cemaate, herzamanki gibi “Merhum’a hakkınızı helâl ediyor musunuz?” diye soruyor... Cemaat, yine herzamanki gibi, “Helâl olsun!” diye ses vermeye koyulmuşken, partili merhumun, vaktiyle ilçe belediye meclisi üyesi olmuş, o evrede maddi açıdan basık bir hayat sürdüğü bilinen bir partidaşı, alel acele feveran edip “Ben, helâl etmiyorum!” diye bağırıverince, herkes şaşkına dönüyor... İmam sormaktan geri duramıyor... “Ey Adem, neden helâl etmiyorsun?” diyor. Beriki, “Bana ellibin dolar borcu var, paramı aldı, ödemedi!” diye, öfke ile imama cevap yetiştirmeye hamle edince, kızılca kıyamet kopuyor; cemaat “hakkını, müteveffa partilisine helâl etmeyen, hemen neredeyse sıfırdan binlerce doların, korkulur ki tefeciliğine sıçrayıvermiş, ilçe belediye meclisi eski üyesini” oracıkta dövecek oluyor!..
İlçe belediye meclisi üyesi olmuş kişi, bu göreve geldiğinde, dediğim gibi, hiç varlıklı değil... Tersine, geliri belli... Öyleyse, ellibin dolar kadar hacimli bir meblâğı, artık nereleri ise, bir yerlerden devşirmiş olup, tek kalemde müteveffaya borç vermesi, pek tabii, olay olmakta... Ayrıca vermişse, niye vermiş, karşılığında ne alacakmış da vermiş, yoksa zaten ellibin dolar dişinin kovuğunda kaldığı için mi, verebilmiş, bu sorular da kuşku celbediyor... Vermişse, hemen oracıkta alacaklı olduğunu haykırmak suretiyle, müteveffanın kefen cebinden, alacağını tahsil edemeyeceğine göre, durduk yerde, kendini ayan beyan teşhir etmekten geri duramayacak kadar mı, belediye meclis üyesi iken gerçekleştiridiği “mütevazi birikimlerin”, nasıl olsa oradaki hemen herkes tarafından kanıksanmış olacağını varsayıyor da, müteveffa arkadaşına, kızgınlığını ifşa etmekten hiç çekinmeyebiliyor, bu soru da haliyle ortaya çıkıyor... Yoksa, cemaat arasından eski belediye meclis üyesine çullananların bazıları olsun, oldu olacak, olayın biraz da mizahına kaçalım, acaba, böylesi gabi bir itirafın kendilerini de ilzam edeceğini düşündükleri için mi, arkadaşlarını, telaşla susturmaya abanıyorlar, bütün şu gerçek, ya da dediğim gibi biraz da gülmek için, sayıp dökebileceğiniz mizahi seçenekler, ister istemez cevap bekliyor, oluveriyor...
İkinci öykü, şahsen benim başımdan geçti... Eski, mücadeleci, kıdemli, saygı duyduğum ilerici bir dost, önümüzdeki yerel seçimlere dönük olarak dövünüyor. Partisinin; onun ilçesinde, geçen seçimlerde kardeş bir partiden, şans eseri aday olup (mevcut seçim yasasına göre, kimi ahvalde, beşte birlik bir oy oranı ile dahi seçilmek mümkün olduğuna göre), ofsayttan seçilmiş olan belediye başkanını, aday göstermesi olasılığı, öne çıkmakta imiş... Belediye başkanı; partisi, geçtiğimiz genel seçimde gözden düşünce, şimdi, enva-i cins malum flörtle, ilerici dostun partisine transfer olup, bu sefer oradan belediye başkanlığına aday olmayı, böylelikle de sandalyesini korumayı planlamakta imiş... Dostun partisi, aslen, kardeş partinin (hal-i hazır) belediye başkanına, sonuç olarak, sıcak bakmış; ona törenle rozet takmış; derken belediye başkanı bu sefer, bu partiden oluvermiş. Bu çerçevede işte, yeni partisinden (yani bahsettiğim dostun partisinden), belediye başkan adayı olmasına, neredeyse kesin gözüyle bakılıyormuş. Bu son partiden, pankartlar astırıp, kokteyler vermiş, broşürler bastırmış, aday adayı olan, has partililer yataklara düşedursunlar, tam zamanında “hop” diye parti değişitiriveren belediye başkanına dönük olarak, andığım ilerici dostun elinde, onun alenen yolsuzluklara karıştığına dair belgeler bulunuyormuş; o kadar böyleymiş ki, belgeler yeni olarak uzman bir odanın uzmanları tarafından, idare mahkemesinde dava konusu, zaten yapılmış imiş.
İlerici dost, taa genel başkanına kadar, gitmediği, durumu anlatmadığı merci kalmayınca, kırk yıllık partisinden, üzüntüler içinde istifa etmiş; ilçesinde, örgütü yeni tesis edilmiş olan, alternatif bir ilerici partiye, gitmeyi tasarlıyormuş.
Onunla işte, tam bu sırada konuşuyorum:
- Sevgili Dost, bunu nasıl yapabilirsin, şimdi geçmek istediğin parti, tabii saygın bir parti, ama bu partinin, senin ilçendeki başkanı; senin, karşısında arkadaşlarınla birlikte, yıllar yılı, üstelik sen il başkanı olarak, mücadele verdiğin, sonunda da belediye başkanlığından eşine enderine pek rastlanmamış biçimde düşürmeyi başardığın, ben tam bilemem, ama işte (keşke haksız olsa, şu var ki), kökteki yaygın siyasi yargı itibariyle “hırsız” değil mi?, diyorum...
Bana cenderesine düştüğü çaresizlik içinde, yana yakıla şöyle cevap veriyor:
- Hocam haklısınız, ama öteki daha da ..... !
Ben “Yapma, ne olur” diyecek oluyorum...
Dostun bir yakını söze giriveriyor:
- Bunların hangi biri hırsız değil ki!..
Söz konusu örneklerle ilgili kararı ilgili partilerin organları ya da yargı veredursun, durum genel bir algılama olarak, işte aynen bu...
Bu noktada genç bilimcilere bir dokundurma yapayım... Deniz üstündeki dalgalara bakarak, dipteki balık hareketleri hakkında ahkâm kesemezsiniz. Gidip, oralarda neler oluyor, diye bakmanız gerekir. Tercüme söylemle de yetinemezsiniz; bize çok özgü olayları gözlemleyip, onlara ilişkin yeni kavramlar ihdas etmeniz ve onları eklemlendirerek düşünce geliştirmeniz gerekiyor.
Çürüme tabii, yalnız bize özgü değil, ama bizde, bizimki gibi, örneğin Meksika, Hindistan, Singapur, Venezüella vari sosyolojilerde yer alsa bile, bizim tercüme söylemimizin, kök laboratuvarlarında izlenmediği için, benim şahsen tasvir edildiğine rastlamadığım (söz konusu ülkeler de çoğunlukla tercüme söylemle konuştıkları için, onlardan da kolayca öğrenemeyeceğimiz), mekanizmalar yoluyla, oluyor.
Genç bilimciler; şimdi tam zamanı, işi yalnızca, konuya çok yabancı genç muhabirlerle bırakmasalar da, gidip, parti örgütlerinde bugünlerde neler oluyor diye bir baksalar, kitaplarında hiç yer almayan manzaraları, akademik büyülenmişlikler içinde saptayabilecekler, o arada küçük dillerini yutabileceklerdir.
Her cenahtan, pek çok has partiliyi tenzih etsek de... İşte her cins, en adisinden pazarlık, sandalye borsaları, delege pazarları, seçim piyasasının belirlediği birbirinden ilginç fiatlar... Hangi parti üst sorumlusuna kaç para verirsen, kaçı onun cebine girer, kaçı onun üstlerine, halı olarak, araba olarak, ya da başkaca bir meta olarak intikal ettirilir?.. Belediye başkanlıkları, başkan yardımcılıkları, belediye meclis üyelikleri kaça?.. Seçimlerde kim, nasıl, hangi paraları kazanıyor?.. Kim, nasıl, hangi kara paraları aklıyor?.. Seçimlerden sonra, kimler, nerelere seçilirlerse, buralardan hangi paraları, nasıl kazanmayı hesaplıyor?..
Daha, neler neler...
Uzatmayalım: çürüme, kök salmış, adeta kurumsallaşmıştır. Bu noktada ortaya, üçüncü bir teorem çıkmaktadır.
Teorem: Yetersiz sanayileşme çarpık kentleşmeyi, çarpık kentleşme ise, çarpık demokrasiyi doğurmaktadır.
Başlarda sanayiyi elinde tutanlar, gecekondulaşmaya, dolayısıyla çarpık kentleşmeye; bir bakıma varoşları, ucuz emek cenneti, aynı zamanda ucuz oy cenneti olarak gördükleri için, ses çıkartmamışlardır.
Hatta buralardaki oylara tamah ederek, gecekondulara yol, su, elektrik, ulaşım hizmetleri götürmede, geri kalmamışlardır.
Bu olgu, gecekondu kentleşmesini, muhakkak azdırmış olmalıdır.
Ucuz emek cennetleri, ucuz oy cennetleri ise, ete kemiğe büründükçe; kent yönetimlerinde bir güzel söz sahibi olmaya başlamışlardır; hatta giderek bu yönetimleri ele dahi geçirebilmişlerdir.
Bu noktada şu iki teorem, gündeme gelmektedir.
Teorem: Çarpık sanayileşme, kent varoşlarına göçen yığınları, ilk elde, ucuz emek cenneti, aynı zamanda ucuz oy cenneti olarak görünce, buralardaki oylara tamah ederek, gecekondulara yol, su, elektrik, ulaşım hizmetleri götürmede ön alıvermiştir; bu olgu gecekondu kentleşmesini azdırıcı bir etken oluşturmuştur.
Teorem: Kent varoşlarına göçen yığınlar kente tutunma süreçlerinde, giderek kent yönetimlerine ağırlık koymayı başarmışlar, hatta bu yönetimlerde, aşağıdan yukarı söz sahibi olma aşamasına tırmanmışlardır.
Varoşlardaki yığınların arasından çıkan temsilciler, ne var ki ve ne yazık ki, yaygın örnekleri itibariyle, birikimsizliklerine, yönsüzlüklerine, başta da, kestirmeden köşeyi dönme yolundaki heveslerine yenilmekten, çoğunlukla geri duramamışlardır; çürüme süreçlerine duçar oldukça da, kendi kendilerini bitirmişlerdir.
Onlara alternatif, sırada kim varsa; yönetime, bir sonraki seçimle, o gelmiştir. Ama yazgı, ne yazık ki, pek değişmemiştir.
Kısacası, birileri, sağ söylemle çürümeye bulaşmış, birileri sol söylemle aynı çürümeye bulaşmış, birileri ise, mukaddesatçı söylemle, yine aynı çürümeye duçar olmuştur.
Bu sürecin en başına ise, ahlak özürlü, fırsatçı yerleşikleri koymak, gayet yerinde olur.
Her hal-u kârda, ne kadar ilginçtir ki, birbirinden ayrı söylemlerin arkasında, bunların her biri, özünde, samimi inananları itibariyle ne denli saygıdeğer öğeler bulundurursa bulundursun, tıpatıp aynı izdiham ve yolsuzluk anaforları meydana gelmiştir.
Alternatif avanta kumpanyaları, farklı farklı söylem kalkanları arkasına saklanarak, aynı talan eğilimlerini, hemen her kesimde, çok riyakârca sergilemektedirler. İster adil düzen, ister hakça düzen, ister milliyetçi muhafazkâr düzen, ister lâik düzen, ister liberal düzen (az sayıdaki istisnayı bir tarafa koyarsak), yönetimlere talip olan hemen hiç kimsenin sıkıntısının, düzenle olmadığı, artık iyice meydana çıkmıştır.
Sıkıntı, esas olarak, düzenin bozukluklarından yeterince pay kapamamaktan kaynaklanmaya sıkışmaktadır.
Başka bir deyişle söylemler, çeşitli çıkar gruplarına paravan olma özelliğinden öte, bir anlam taşımamış, bunların arkasındaki kentteki yer kavgası, rant kapışması, nihayette de çürüme mekanizmaları, hep aynı kalmıştır.
Ayrıca, dediğim gibi; ister yerleşik, ister göçer, ayrıca ister o kimlikten, ister bu yöreden; çürüme, herhangi bir ayırt taşımamaktadır.
Anlatageldiklerimizi şu ilâve teoremlerde toplayalım.
Teorem: Kenti göç dalgalarıyla kuşatıp bir anlamda düşürenlerin temsilcilerinin pek çoğu, bilhassa, nitelik yetmezliklerinde çürümektedir.
Teorem: Çürüyen kadroların yerine alternatif söylemlerle sıradakiler tırmanmaktadır, ama bunların da önemli bir bölümü, yine nitelik yetmezliklerinde çürümektedir.
Teorem: Söylemler paravandır; bunların arkasındaki devinimler, yağmalama ve çürüme süreçlerini çoğunlukla değiştirmemektedir; sonuçta ise, demokrasimiz çürümektedir.
Söylemler Çoğunlukla Kağıttandır, Erimsizdir, Koftur, İnandırıcı Değildir, Çünkü Samimi Değildir...
Şimdi yerel seçimlere gidilirken, bilmek yerinde olur ki, söylemler çoğunlukla kağıttandır; erimsizdir; koftur; inandırıcı değildir, çünkü samimi değildir.
Demokrasiyi; bir yandan (örnekleri iyice belirginleştiği şekliyle) para satın almakta, öbür yandan ise, sözüm ona temsiliyet adına, kendine çok özgü kesitlerle, etkinlik kazanan niteliksizlik, habire hırpalamaktadır.
İnsanımızsa, çoğunlukla gitgide daha yalnız, daha çaresizdir. Kimsesiz yığınlar, daha kalabalıktır.
Kuşkusuz birşeyler olmuyor değildir, halisane gayretler ve başarılar yok değildir. Ama çürüme diz boyudur ve her cenahtadır.
Arada, bir kaç tane “enayi” yakalanıp teşhir edilmekte, mesele de böylelikle çözülüyor zannedilmektedir ama, çürüme, bir çok kurumumuza musallat olduğu şekliyle, kanservari bir illetleşmeyle yaygınlaşmış ve artık genel düzlemde, adeta kurumsallaşmıştır.
Oysa bakın, çürüyenler azınlıktır. Demek, toplumun onların hakkından, hem de demokratik süreçlerin içinde kalarak gelmesi, işten bile değildir. Ama böylesi bir gelişme, bugün olduğundan çok daha düzenli, kuşkusuz çok kararlı, bir örgütlülüğü gerektirir.
İster yerelde, ister genelde, Türkiye’nin olup biteni, bugün olduğundan çok daha bilimsel olarak kavramaya, düzgün tanılarla, açılımlar geliştirmeye ihtiyacı vardır.
Bugün olduğundan çok daha farklı bir sosyalizasyona, toplumsal ve toplumcu bir dayanışmaya, ihtiyaç duyuyoruz. Bir bir elden çıkan kurumların, yeni baştan inşası sorunu ile, karşı karşıyayız.
Bugünkü yapı ile, acı çeken yığınlar, dertlerinden hiç kurtulamıyorlar. Bir sünnetçi çakısı kapınca cerrahlığa heves edenler, yalnızca soysuzlaşmakla kalmıyor, aynı zamanda sözüm ona temsil ettikleri değerleri de berhava ediyorlar.
Bu nedenle, elbette, ama düzgün kurgulanmış, demokratik süreçlerde, ehliyetli ve dürüst olanları bulup, siyasi erk mevzilerini, onlara teslim edebilmeliyiz. Bu doğrultuda bugünkünden çok farklı ölçütler, yaptırımlar, süzgeçler vazedebilmeliyiz.
İnsanlarımızın, palavraya da karnı tok... Yeteneksiz, birikimsiz ve çürümeye teşne (tiyatrosu ortalamanın biraz üstünde yer kapmış), sözde kurtarıcılara da...
Daha da somutta neler yapılması gerektiği ise, teslim edilecektir ki, başka yazıların, bunların ötesinde etkinliklerin, konusunu oluşturmaktır.
TEŞEKKÜR
Yazıyı, değerlendirme zahmetine katlanan Sevgili Baskın Oran’a içtenlikle teşekkür ediyorum. Değerli Canan Özatalay’a, keza Üniversitemiz’in Atatürkçü Düşünce Kulübü Başkanı Değerli Asistanım Fatih Özaydın’a da aynı bir doğrultuda gösterdikleri ilgi dolayısıyla, teşekkür ediyorum.
“Seçim Sloganlarının Boşluğu ve Siyasi Yapılanmanın İçyüzü” başlıklı yazıdan (Cumhuriyet, 14-15 Nisan 1999), Alıntı
Bir defa hemen şunu belirtmeliyim ki, “sağ-sol”dan ibaret bir tasnif bizim siyaset yapılanmamız itibariyle fevkalde yavan. Böyle bir çerçevede, bilhassa da kimi bilimcilerimizin, ANAP, DYP, MHP, BBP, hatta FP’sini aynı bir “sağ kefeye”, CHP ve DSP’yi aynı bir “sol kefeye” koymalarını yadırgıyor, bunu ayrıca düşünce tembelliğinde, hatta ehliyetsizliğinde bir yaklaşım olarak değerlendiriyor, ayıplıyorum.
Ülkemizde, “Marksist” anlamda bir “emek-sermaye” ayrışması hiç yok değil. Siyasi anatomimiz, yani partilerimizin yapılanması buradan hiç kök almıyor değil. Ama siyasi yapılanmamızın kökeninde sadece ve sadece “emek” ve “sermaye” ögeleri bulunmuyor. Batı’da meydana gelmiş siyasi yapılanmadan, bu nedenle oldukça farklı bir siyasi yapılanma ülkemizde boy atıyor.
Bunun derindeki sebebi, ülkemizde, “sanayileşme” ve “kentleşme” arasındaki münasebetin Batı’dakinden çok farklı çalışması. Batı’da “sanayileşme, kentleşmenin yegane motoru”. Başka bir deyişle, Batı’da sanayileşme ile birlikte, insanlar kırsal kesimden kentlere cezbediliyorlar. Kentlere gelenler sanayi tarafından istihdam ediliyor, emekleştiriliyorlar. Böylelikle “fabrikaları kuranlar” ile, “bunların çalıştırdıkları”, “emek” ve “sermaye” olarak çatışıyor ve ayrışıyorlar.
Bizde, dediğim gibi bu hiç yok değil. Ama bunun yanı sıra pek çok başka devinim de mevcut. Bir defa işte, kentler “cazibe merkezi”; kırsal kesimden insanlarımızı çekiyor. Diğer bir yandan “kırsal kesim” (tarım alanlarının yetmezliği, geçim sıkıntısı, daha iyi yaşam koşullarına duyulan özlem, terör gibi), birbirinden değişik pek çok sebepten dolayı, oradaki insanlarımızı itiyor. Ne var ki kentlere, çok zalim bir hayatın pençesinde olarak gelenler, buralardaki sanayi odakları tarafından tamamen istihdam edilemiyor. Hatta önemli bir ölçüde, deyimin tam anlamıyla, “sokakta kalıyor”! Güvencesiz, günü birlik, ayakta kalma mücadelesi içinde yaşamaya çabalıyor.
Soyutta yinelersem, bizde işte (Batı’dakinden iyice farklı olarak), “sanayileşme kentleşmenin yegane motoru değil”; çarpıcı şekilde buna bağlı olarak, geniş bir toplum kesitimiz açısından, adeta bir “sosyal afet” yaşıyoruz.
Şu var ki, kapıldıkları zalim hayatın pençesindeki insanlarımız (çoğumuzun, olmamasını beklediğimiz için kınadığımız, ancak gerçekte anlamak durumunda olduğumuz bir biçimde), ama “memleketçilik” yaparak, ama “mezhepsel” ya da “etnik dayanışmalar” gelişitirerek, öz savunma refleksleriyle, öyle ya da böyle, siyasete ağırlıklarını koyuyorlar.
Buradan, galiba derinlemesine çok kimsenin farkında olmadığı, ülkemize çok özgü boyutlarda yaşanan, “kentlere önden gelenler” ile “arkadan gelenlerin”, kabuk kabuk kümeleşip biteviye ayrışmalarını içeren bir siyasi yapılanma ortaya çıkıyor.
Kimilerinin vukufsuzca, “orta sağ” - “orta sol” diye algılayıp, “bunlar niye birleşmiyorlar” dediği, siyasi sahnedeki partilerimiz gerçekte, ayrı ayrı, bu sosyal kabuklardan besleniyorlar.
Biz bu süreci, belirgin olarak 1960’lardan beri yaşıyoruz. O zamanlar, başta İstanbul, büyük kentlere Karadenizliler gelmeye başlıyor. Biraz biraz da Doğulular...
Bu çerçevede, en önce “kentlerdeki yerleşikler” ile “Karadenizliler” ayrışmaya başlıyor. Karadenizliler, kentlerdeki yerleşiklere karşıt olarak, buralardaki dar gelirlilerden destek buluyorlar; Doğulular’dan da... Karaoğlan’ın “Toprak işleyenin, su kullananın”, “Ne ezen ne ezilen, hakça bir düzen” sloganlarında simgelenen, ayrıca aydın hareketiyle rüzgarlanan “demokratik sol yükseliş”, işte buradan beslenip güçleniyor.
Göç hareketinin ivmelenmesi ile, Doğulular akın akın kentlere geliyor. İlginç bir süreç boy atıyor. Bir yandan kentlere intikal etmiş olanlar, yerleşikleşme çabasında oluyorlar; diğer bir yandan yeni gelenler kentlerin varoşlarında, birbirlerinin üzerine, biteviye yığılıyorlar. Önden gelenler arkadan gelenleri, zaten kendilerine pek nefes aldırtmayan daracık “geçim alanlarından” kentin dışarılarına doğru itiyor; sonradan gelip, gitgide daha uzaklardaki varoşlara yığılanlar, kendilerine “geçim alanları” oluşturmak üzere, kent merkezlerine sokulmaya çaba sarfederken, önlerindekileri, yaşam mücadelesi verdikleri alanlarda, itip kakıp sıkıştırıyorlar.
Bu çerçevede, kentlere en önceleri gelmiş Karadenizliler’le sonradan gelmiş Karadenizliler ayrıştıkları gibi, önden gelmiş Karadenizliler’le bunların arkasından gelmiş Doğulular, bir süre önce gelmiş Doğulular’la daha sonra gelen Doğulular, ilk bakışta belli belirsiz olsa da, aslında kabuk kabuk kümeleşip, çatışıyor ve siyaseten ayrışıyorlar.
Bu o kadar böyle ki, bir bakıyorsunuz, partilerin içindeki, kimilerinin vukufsuzca “hizip” diyip geçtikleri siyasi ayrışmalar, işte buralardan kökler alıyor.
Ayrıntısıyla bilerek söylüyorum, sekiz yıl kadar önce, bakın, Ankara – İstanbul istikametinde İstanbul’a geldiğinizi düşünün, E-5 Karayolu (şimdiki CHP’nin kökenni olan), Sosyal Demokrat Halkçı Parti örgütlerinin içinden geçiyormuş gibiydi (pek kimse de bunun farkında değildi)! Tuzla, Pendik, Kartal ilçelerimizde, E-5 Karayolu’nun “deniz” tarafında oturan, yani önemli ölçüde yerleşikleşmiş olan, SHP’liler (o zamanki Genel Sekreter) Sayın Baykal’ın etrafında kümeleniyorlardı; bu ilçelerde E-5 Karayolu’nun öteki tarafında, sonradan geldikleri için ancak “tepelerde” yer bulmuş olup, kente tutunmaya çabalayan SHP’liler ise (o zamanki) Genel Başkan Sayın İnönü’nün etrafında kümelenip, yaşam mücadelelerinde birincilerle ayrışıyor ve çatışıyorlardı.
Benzer durum, İstanbul’un hemen her ilçesinde olduğu gibi, bütün kıyı koridorumuzda, o arada tabiatıyla Kocaeli, Ankara gibi büyük kentlerde geçerliydi.
Bu tablo, fevkalade ilginç olarak, “ülkemizdeki genel siyasi yapılanmanın haritasını” işaret ediyor. Kentlere önden gelenlerle arkadan gelenler, esas olarak, yalnızca bir parti içinde ayrışıyor, buradaki “hizipsel hareketleri” besliyor değiller; bu daha derin bir sürecin türevi; gerçekte, kentlere “önden gelenler” ile (bunların, ya maiyet kılmak yahut püskürtmek istediği, ancak kendilerine yaşam alanı oluşturma çabasında olup, ayrıca önden gelenlerin maiyeti olmamaya direnirken onlara baskı yapan) “arkadan gelenler”, böyle bir süreçte çeşitli partilerimizi oluşturmaktalar. (Bu olguları, partilerin oy dağılımları ile coğrafyayı ilişkilendimek suretiyle saptamış bulunduğumuzu, memnuniyetle kaydetmek isterim.)
Kentlere önden gelmiş olup, öyle ya da böyle kentlileşmiş olanlara “yerleşikler” diyorum. Arkadan gelenlere genelde “göçerler” diyorum. Bu deyimi Türkçemiz’in “geniş zamanında” olarak ifade ediyorum, çünkü özellikle Doğu’dan kentlere gelenler, malum hemen “kentli” olmuyorlar; bunun için uzun bir süre çaba sarfediyorlar.
Bir de “göçmenleri”, eski deyişle “muhacirleri” tanımlamalıyım. Bunlar kentlere Trakya’dan, Yunanistan’dan, Bulgaristan’dan, şimdilerde Balkanlar’ın öteki yörelerinden, biraz da Kafkaslar’dan gelenler. Bunları “göçerlerden” ayırıyorum. Bunun bir sebebi şu; buralardan, özellikle, evvelce gelmiş olanlar, biraz da devlet politikaları itibariyle, iskan edildikleri, kendilerine iş imkanları oluşturulmaya özen gösterildiği için, kentlileşmeye, “Doğulu göçerlere” oranla, daha ileri evrelerden başlıyorlar. Göçmenler ile Doğulular, zaten etnik sebeplerle ayrışmaya sürüklendikleri bir yana, işte bilhassa, bir de bu sebepten, belirgin olarak ayrışıyorlar.
Kestirmeden ifade edecek olursak, ülkemizdeki siyasi anatomiyi, “yerleşikler”, “göçerler” ve “göçmenlerin” oluşturdukları “dinamikler” arasındaki çekişmeler, çelişkiler, buna da bağlı olarak ayrışmalar belirliyor. Böylesi bir ayrışma, aşikar (ulusal bütünlüğümüzü zedeleyecek ölçüde) birbirinden hayli farklı gelir gruplarını, dolayısıyla da hayli farklı “yaşam rahatlıklarını” ya da tam tersi “yaşam zorluklarını” işaret etmekte.
1995 Genel Seçimi bazında yaptığımız bir araştırma gösterdi ki, deniz kentlerimizde, ANAP (yerleşikliğin bariz bir ölçüsü olan) denize en yakın sandıklarda başta gelirken, buralardan geri planlara doğru çekildikçe silikleşmekte. Deniz yakınında Refah Partisi çoğunlukla hiç görünmezken, gerilere doğru, hayatın zorlaşmasına neredeyse paralel olarak fırlamakta.
ANAP’ın karşısına (istisnalar ve örtüşmeler saklı olarak) denizden yalnızca bir parça gerideki, örneğin esnaf çarşısında, DYP çıkmakta. Bu partinin oyları da geri planlara geçildikçe düşmekte. Benzer görüntü sözgelişi Ümraniye gibi sonradan kurulmuş bir ilçemizin ana caddesi ile bunun hemen arkasındaki sokaklara dönük olarak da geçerli. ANAP, ana caddede önde; biraz arka planda DYP öne çıkabiliyor. Daha gerilere doğru ikisi de önemsizleşiyor.
Devam ediyorum. CHP (1995 itibariyle) merkezlerde pek yok gibi. Geri planlara doğru geçildikçe hafifçe tırmanıyor.
DSP (yine, 1995 itibariyle) ilginçtir, sanki çoğunlukla “göçmen dinamiklerden” besleniyor. Kentlere Batı’dan gelen göçmen dinamikler, buralara Doğu’dan gelen “göçer dinamiklerden” (bunlara oranla birazcık daha üst gelir gruplarında bulunmaktan, o arada her halde, dediğim gibi, etnik farklılıklardan dolayı), ayrışıyorlar. Bu sebeple DSP Trakya’da, keza, örneğin İstanbul’da Trakyalılar’ın çoğunlukla bulunduğu ilçelerde, sözgelişi bir Bayrampaşa’da, hayli öne çıkıyor. Aynı çizgideki çok ilginç başka bir örneği; Batı’dan gelip, Bursa’nın Batısı’na yerleşmiş “göçmenlerin”; Doğu’dan gelip bu ilimizin Doğusu’nda tutunmaya çabalayan Doğulu “göçerler” ile ayrışarak, DSP’ye yönelmeleri oluşturuyor. Önceleri SHP, sonraları CHP karşısındaki, DSP’nin oylarının, önemli bir çoğunlukla “göçmen dinamiklerden” beslenmiş olmasının ötesinde, 2003 Genel Seçimi’nde, bu oyların, hemen her kesimde, örneğin Adapazarı, Bursa, Trakya, seçim sonuçlarının bariz biçimde işaret ettiği çizgide (Genel Başkanı’nın, temelde ise, onun Babası’nın “Rumelili” olması, hele Bosna Hersek’teki çatışmalaar sırasında, oradaki soydaşlarına yaptığı yardımlardn ötürü, bilhassa Balkanlar’da bir “kahraman” olarak anılıyor olması, hasebiyle olmalı), Genç Parti’ye kaydığın v, bu partini anılan seçimdeki başarısının esas olarak buradan ileri geldiğini saptamak, çok çarpıcı sayılacaktır.)
Bu arada, MHP’nin, “Doğulu göçerler” ile aynı kent hinterlandında, yaşam kavgasında kapışan, “hayli dar gelir gruplarındaki kent gençlerinden” beslendiğini vurgulamalıyım.
İşte bir yığın, birbirinden değişik, Türkçeleri bile (milliyetçisi, muhafazakârı, dincisi, ilericisine göre) farklılaşan sloganların, yer yer paravan, hatta bilinçsiz söylemlerin gizlediği siyasi yapılanmamızın, hızlı bir dökümü.
Neticede kötü olan şu ki, kabaca bakıldığında, Türkiye’nin Doğusu’nda olan partiler Batısı’nda yok. Batısı’nda olan partiler Doğusu’nda yok!
Türkiye kabuk kabuk ortaya çıkmış olan, bölgeleriyle, gelir gruplarıyla, etnik doku ayrışmalarıyla iyiden iyiye belirginleşmiş, çok katmanlı bir siyasi anatominin sancılarını yaşıyor; çoğumuz ise sanıyorum, iyice soyut ve anlamsız bir hayal alemindeyiz. Siyasi süreç ise; dörtte birlik oy oranlarıyla en büyük kentlerimizi yönetecek olanları, üçte birlik oy oranlarıyla üçte ikilik parlamento çoğunluklarını belirlemeyi benimseniş olduğuna göre; iyice piyangolaştırılmış olarak, ne yazık ki, yaşamdan önemli bir ölçüde dışarlanıp marjinalleşmiş çoğunluğun acıları pahasına, hemen neredeyse, iktidar nemasına bu sefer kimlerin konup palazlanacağına zar atan bir mekanizmaya indirgenmiş bulunuyor.
Son Yorumlar