« C. Ersümer'e Cevap | MUSTAFA KEMAL SİZİ GÖREVE ÇAĞIRIYOR!.. » |
C. Ersümer'e Cevap 2
Yazılar, Siyasi İçerikli Yazılar
C. Ersümer'e Cevap 2
|
|
Temyize yanıttır. |
...
Davacı Vekili; iddialarına karşı sanki ortada savunmamız hiç yokmuş, savunmamızda dikkate gelen belegeler, kanıtlar da hiç yokmuş, dava konusu iddialarıyla ilgili, ortada bir mahkeme kararı da yokmuş ve bu dava daha henüz tazeden, yeni açılıyormuş gibi; ayrıca, Cumhuriyet Tarihimiz’de hiç bir benzeri olmayan, koskoca “Jandarma Fezlekesini” tutup, bir çırpıda, “müvekkiliyle hiç ilgisi olmayan, fazla olarak sonradan, var olmadığı anlaşılan, bir fotokopiye(!)” irca ederek; halen “Hazırlık Soruşturması” devam eden Fezleke’nin hedef aldığı hiç bir kimse de yokmuş, veya söz konusu olmuş eşhasın hiç biri suçlanmamış, yahut işte “sanık” olarak işaret edilmişlerin hepsi de, bir bir, beraat etmişler gibi, bir havaya girerek; önceki iddialarını, ayrıca “benim müvekkiline karşı kin ve öfke duyduğum” iddasıyla usullere aykırı biçimde genişleterek, kararın temyizinde, dikkate sunmaktadır.
Önce şunu söylemeliyim ki, benim eski Bakan’a karşı hiç bir kişisel öfkem yoktur. Neden olsun ki? Kendisini, birkaç panelede bir araya gelmemizin dışında tanımam, etmem; bunların dışında kendisiyle hiçbir münasebetim olmamıştır. Kaldı ki, söz konusu oturumlarda birbirimize karşı (en azından ben ona karşı), kararlı, tavırlı olmakla beraber, “sevecen” davranmışızdır.
Diğer taraftan, Jandarma Fezlekesi’ni kaleme ben almadım ki, bunu gündeme getrimek surtiyle, davacı vekilinin iddia ettiği gibi, müvekkiline karşı yürütüldüğünü iddia ettiği “linç korosuna” katılayım?
Benim dava konusu demecim, malum, “fezlekenin” yazılmasından çok önce verilmiştir. Eğer daha sonra açığa çıkan olaylar benim demecimde dikkate getirmek istediğim kaygıları harfiyen, hatta fazlasıyla doğruluyorsa, ben bunu neden gündeme getirmeyeyim ki; getiriyorsam, neden “siyasi linç korosuna” katılıyor olayım?
Bu mantığı kabul etmek katiyen mümkün değildir.
Şimdi, bakın; DGM Başsavcısı’nın Bakan’ın yargılanması yolunda “fezleke” hazırladığını, ne ki bunun Meclis’te siyaseten akim bırakılmış olduğunu belirtiyorum.
Bununla, Bakan’a öfkemi mi dile getiriyor oluyorum? “DGM Savcısı siyasi linç korosunun şefi” mi olmakta ki, bizler, öyle bir çerçevede, Savcı’nın işaretiyle “koro rüknü” görevimizi eda ediyor olmaya sıkışıveriyor oluyoruz?
Bakan Ersümer, yargıya sevkolmadı. Keşke sevkolaydı da, esas orada aklanaydı. Sevkolmayınca, ne oldu şimdi; vicdanlarda aklandı mı?
“Siyasi linç korosundan” bahseden, beni de oraya dahil olmakla, çok haksız biçimde itham eden Vekil; burada esas, çoğu siyasinin; iyice cılkı çıkmış, her türlü ardan yoksun bulunduğu, ayan beyan ortada olan “Al-gülüm-ver-gülüm-lerle”, yüz kızartıcı olduğu çok kuvvetle çağrışan fiiler ve cürümler çerçevesinde, birbirlerini pervasızca aklamak suretiyle, halkı gözlerini kırpmadan inim inim linç ettiklerini, ama buna karşılık da halkın vicdanında, gitgide daha çok yitmekte olduklarını, niye görmezden geliyor?
Devlet’in temeli, Cumhuriyetimiz’in kurucusu, Kahraman Türkiye Büyük Millet Meclisi, nerede? Bu mu tam o? Çok mu bir saygınlığı kaldı çoğu siyasinin halkın gözünde? Nasıl oldu bu? Birbirinden iyi yetişmiş, yurtsever, yiğit, helâl süt emmiş, vatan evlâdının, siyasi linç korolarının kurbanı olmasından mı?
Pekiyi o halde, bizi şu gitgide daha çok gözden düşen siyaset dünyasında olarak, sözde yönetenlerin, tabii ki onların “seçilmiş olmalarına” saygılı olarak, başta, her kim iseler, esas kendi liderleri olmak üzere, ne ki bal gibi oradaki buradaki, içerideki dışarıdaki, hunhar çıkar odaklarının güdümünde, vatana millete muti pozlarda, vukuf özürlü, ehliyet özürlü, gafil hareketlere sıkışmaları durumunda, bunu efendi gibi telaffuz etmeyecek miyiz?
Kendini şu topraklara, Cumhuriyet’e ve milletine borçlu hisseden her bilim adamı, bunun ötesinde her bilinçli ve sorumlu yurttaş, kamunun vicdanı imişcesine, davranmak zorundadır.
Şunca yıldır verdiğim demeçlere bakın, eğer bu çizgiyi oralarda görebilyorsanız, ben kendimi gerçekten taçlanmış hissederim.
Tekraren belirteyim ki, ortada koskocaman örgütlü bir çıkar aysbergi (buzdağı) var. Bu dağın minicik bir bölümü dışarıdan; o da bakınca, uzmanlık birikimlerine sahip olanlar tarafından görülebiliyor olarak... Fezleke, bunun bir kısımını gün ışığına taşıdı.
Ben Ekim 2000 başında, hatta bunun çok daha evvelinden beri ne demişim?
- “Enerji krizi” yok, “enerji optimizasyon” (kaynaklarla talebin, çeşitli kısıtlar zemininde matematiksel olarak en-iyileştirilmesi) krizi, yani “enerji yönetim krizi” var!
Bunu demişim. Bu görüşümü, evvelce, Başbakan’ın davetiyle katıldığım 3 Mart 1999 tarihli, “Enerji Zirvesi” adıyla toplanan Bakanlar Kurulu’nda da dile getirmiş bulunduğumu kaydetmeliyim.
Şimdi, Temmuz (2001) sonuna geliyoruz, değil mi? Bu arada enerji krizi oldu mu? Olmadı. Demek günün bakanı, meğer bu işi, daha buradan başlayarak bilmiyormuş.
Ben görüşümü fal bakar gibi, yahut bir temenni serdediyor olarak, ulu orta bir biçimde dile getiriyor değilim ki; teknik ayrıntısıyla ifade etmişim. Söz konusu görüş, bu davaya dönük olarak yazdığım “ilk dilekçeme” ekli,
“Enerjimiz Hala Yeterden Fazladır!”,
başlıklı, 6 Ekim 2001 tarihli yazımda, enine boyuna irdelenmiş bulunuyor.
Burada ayrıca, gündemdeki Jandarma Fezlekesi bir yana, yine o “ilk dilekçeme” ekli ve benim görüşlerimle kaygılarımı teyideden,
“Devlet Planlama Teşkilâtı’nın, Başbakanlığa ve Enerji ve Tabii Kaybaklar Bakanlığı’na yazdığı, 20 Eylül 2000 tarihli yazısı” ile,
“Dünya Bankası’nın, Enerji ve Tabii Kaybaklar Bakanlığı’na yazdığı, 9 Kasım 1999 tarihli ve ulusal onurumuz açısından fevkalade rencide edici yazısını”,
hatırlatmak isterim.
Şu, Değerli DGM Savcısı’nın, Dünya Bankası Ankara Temsilciliği’ne yazdığı yazı uzantısında, kendisine iletilmeyen, Dünya Bankası’nın (ilk dilekçeme ekli) yazısına tekrar bir göz atalım.
Görülebileceği gibi, bu yazı, Enerji Bakanlığımız’ın günü birlik politikalarını, hemen neredeyse baştan sona, eleştiri yağmuruna tutmaktadır.
Buradaki, bizce en çarpıcı nokta; Enerji Bakanlığı’nın, kimi özel elektrik üreticilerimizden, yüksek fiyatla aldığı elektriği, TEDAŞ’a, yani elektrik resmi dağıtım kuruluşumuza, ucuza vermesinin, aradaki farkın ise hazineden, yani halkın cebinden kapatılmasının, sorgulama konusu yapılıyor olmasıdır.
Enerji Bakanlığı, halka, görünürde ucuz enerji veriyor. Ama sonra gidip bunu, hazineye, yani son toplamda yine halka ödetiyor. Başka bir deyişle, Enerji Bakanlığı, kimi özel elektrik üreticilerine örtülü biçimde kâr temin ediyor. Bunu, verdiği krediyi geri alamayacağından tedirgin olduğu için, Dünya Bankası söylüyor.
Dünya Bankası, bize bu çerçevede ise, ayrıca incitici bir üslupla, bir dizi, önlemler reçetesi öneriyor.
Bunların başında ise şu yer alıyor:
- Türkiye’nin hal-i hazırda, kurulu elektrik kapasitesinde hayli bir yedek fazlası olduğundan, anlaşması imzalanmamış ilave projelerden sarf-ı nazar edilmelidir.
*
Yazı dediğim gibi, ilk dilekçeme eklidir. Benimse burada dikkate gelen eleştirileri çok daha öncelerinden itibaren dikkatlere getirmiş olduğuma her halde dikkat ediliyordur.
Diğer bir taraftan, 4 Ekim 2000 tarihli, şimdi dava konusu yapılan demecimin kapsamında, o sıralar gündeme getirilen “yüzer gezer santraller” bulunuyor olup, bu konudaki tasarılara gazetede, demecimin hemen yanı başındaki kutuda yer verildiydi. Gerçekten de, demecimi takibeden günlerde, Hakkari, İdil, Silopi, Van, Esenboğa, Siirt, İsparta, Mardin, Kırıkkale, Cide, Finike, Batman, Trabzon, Ünye ve Akkuyu’da olmak üzere, yuvarlak 1000 MW (yani, şu rakamın büyüklüğüne bakın, Keban Barajınız’ın kapasitesi tutarında) “yüzer gezer” (aslında ne yüzer ne de gezer, bal gibi sabit, ancak kuruluş statüleri itibariyle, ürettikleri elektiriği, olağana oranla kat kat daha pahalıya satabilecek olma ayrıcalığına sahip) santrallerin ihale hazırlıkları başlatıldıydı.
Bu santrallerin devreye alınmasına ilişkin işlemler, tabiatıyla behemahal başlatılmış; ancak Jandarma Fezlekesi ile beraber, aportta beklemekte olan hevesler, cin çarpmışa dönmüştür.
*
Bakan’ın, “vukufsuzca” değilse, numaradan; “numaradan” değilse, vukufsuzca, daha da kötüsü, keşke yanılsam, birilerinin güdümünde “Enerji Krizi” var dediği günlerde, basında ve pek çok tradyoda ve elevizyonda demeçler vermişim.
Bunlardan ilginç biri, 5 Ekim 2000’de, ana haber bülteninden hemen sonra TGRT’de verdiğim demeçtir. “İlginç” diyorum, çünkü o gün, sözde “krize” sürüklenmekte olduğumuz iddiasıyla, “memurların, tam bir eziyet oluşturan, katkısı ise, devede kulak değil, devede tırnak bile olmayan, çalışma saatlerinin düzenlenmesi” dahil, bir dizi (dediğim gibi, keşke yanılsam) “paravan önlem” arasına, çok sinsice bir ustalıkla gizlenmiş olarak, asıl, “yüzer gezer” santrallerin devreye alınmasını, pratikçe
Bakan’ın uhdesine veren (kurgulanışındaki müthiş maharet dolayısıyla, imza aşamasında, katiyen yermek için söylüyor değilim, yalnızca söz konusu kurgunun ne müthiş olduğuna dikkat çekmek istiyorum, Başbakan’dan başlayarak, birçok Bakan’ı da atlatmayı becermiş olacak) Hükûmet Kararnamesi’ni, burada vurgulayegeldiğim perde arkasındaki boyutları itibariyle, söz konusu etmiş, eleştirmiştim.
Kaygılarım işte, Jandarma Fezlekesi’ne ve korkarım, giderek daha da ötelere varana değin, harfiyen doğrulandı, doğrulanmaya devam edecek.
Bütün bunları, ayrıca çok daha fazlasını biliyor ve görüyor olarak, 4 Ekim 2000 tarihli dava konusu demecimde:
- Bakan, çoğunlukla ne yaptığını bilmiyor. Muhakkak birilerinin çıkarları doğrultusunda davranıyor. Bu ayıp değil. Demokrasilerde çıkarlar örgütlenir. Ama bunun saklanması, yahut paravan sözde milli söylemlerin arkasına gizlenmesi ayıp,
diyorum.
Bakın burada, Davacı Vekili’nin iddia ettiğinin tersine, tam bir bilim adamına yakışır biçimde davranıyor, bir defa olayı, benim bildiğim, ülkemizde hiç olmamış biçimde, kavramsallaştırıyorum. Bakan’ın bana göre (yukarıdan beri anlatılanların ışığında), bilerek ya da bilmeyerek, birilerinin çıkarı için davrandığı kesin, ama ben bunu kınamıyorum, yermiyorum, aşağılamıyorum ki; tamamen aksine ve samimiyetle inanarak, “meşrulaştırmak” istiyorum:
- Bu ayıp değil. Demokrasilerde çıkarlar örgütlenir,
diyorum.
Eleştirim başka bir noktaya yönelik bulunuyor:
- Demokrasilerde çıkarlar örgütlenir. Ama bunun saklanması, yahut paravan sözde milli söylemlerin arkasına gizlenmesi ayıp!
Bana göre, gayet zarif ve veciz söylenmiş.
*
Tekraren belirtiyorum, Eski bakan Ersümer bir hukukçudur. Enerji konularıyla ilgili hiç biri “ciddi hazırlığı” yoktur.
Daha açık söyleyeyim, pratikçe “sıfır enerji bilgisine” sahiptir. Bu çerçevede, orada durmasına siyasi bir engel bulunuyor olmamış ise de, söz konusu müktesebat ile orada durmuş olması, işte ortaya çıktığı veçhile, hem sayılamayacak kadar çok (cürmü değilse bile) yanlışı davet etmiş, hem de yalnız ülkemiz açısından değil, kendisi açısından da gayet talihsiz bir gelişmeyi beraberinde getirmiş olmaktadır.
Nitekim, işte oradan, “siyaseten aklanmış (!)” olsa da, hiç de hoş olmayan bir biçimde, uzaklaştırılmış olmaya duçar olmuştur.
Kendisine, içtenlikle, ama en başta da ulusumuza, “Geçmiş olsun diyorum”!
*
Evvelce dikkate geitrdiğim şekliyle, kamuoyunun önünde cereyan eden, benim de müdahil olduğum (Kenan Mortan’ın düzenlediği) bir televizyon programında, kendisine “Enerji politikalarının neler olduğunun” sorulması üzerine, “Olayların hızlı geliştiğini, bu sebepten ‘yazılı bir politikasının’ olmadığını, konulara ‘günü birlik politikalarla’ yön verdiğini”, ifade ettiği hatırlanacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin, üstelik tarihî olarak, gayet hayatî bir enerji karmaşasının tam ortasındayken, böylesi, bir anlayışla yönetilmesi, tek kelimeyle “hazindir”.
Tekrar belirtiyorum, ben bunları, Başbakan’ın daveti uzantısında 3 Aralık 1999’ta katıldığım “Enerji Zirvesi”nde, ilgili Bakanlar ve Devlet’in tüm Enerji Ricali huzurunda telaffuz ettim.
Bu durumda ben, yahut kamuoyunun vicdanı olma durumundaki hocalar ne demeliyizdir?
- Bu zat ne yaptığını çoğunlukla bilmiyor, dememeli miyizdir?
Ne yazık ki bilmiyor; evet bilmiyordu, bilemezdi. Nasıl bilebilecekti ki? Bunu, söylemek bir hakaret değil, düpedüz bir tesbittir. “Kamu”yu korumaya yönelik bir görevdir.
Aslında bildiği, hatta (katiyen yermek üzere ifade ediyor değilim, tersine ilgili melekelerini takdir dahi edebilirim) bir “siyaset zenaatkârı” olarak, çok iyi bildiği bir davranış biçimi var; kendisine ve bağlı olduğu siyasi kuruluşa destek sağlayan çıkar çevrelerinin menfaatlerini (zaman zaman kafayı gözü yarmak ve Dünya Bankası’ndan, o arada Devlet Planlama Teşkilâtı’ndan çok ağır sözler işitmek pahasına), kollamak.
Bakın ben bunu, ne denli eleştirilebilecek olursa olsun, demokratik açıdan, yeter ki saydam olsun ve milli menfaatlerimize zarar vermesin, gayet doğal buluyorum.
Davacı Vekili bu noktada:
- Sayın Ersümer, “Yavuz Bakan, ev sahibini bastırır” dedirtircesine, bana ve benim gibilere dava üstüne dava açarak, Enerji Bakanlığı görevini, ne pahasına olursa olsun, sürdürmek istemek yerine, eğer bir nebzecik olsun, memeleketin hayrını düşünüyorsa, taşıyamadığı ve hiç bir biçimde taşıyamayacağı bu görevden, “başını daha fazla belaya sokmadan”, istifa etmelidir,
yönündeki sözlerimi de “hakaret” telakki etmiş.
Ama bakın istifa etmedi, ne oldu, etmek zorunda bırakıldı.
Benimse, emin olunsun, hiç bir biçimde “hakaret etmek” gibi bir eğilimim olmamıştır. Sözlerim eğer yeterince beliğ değilse ve “halaret-i amiz” bir çizgide olarak anlaşılmakta ise, gerçekten üzülürüm, özrümü beyan ederim.
Şu var ki (o dahil, herkesin kendi dürüst birikimiyle saygıdeğer olduğu hususu saklı olarak belirtiyorum), bu memleket, Enerji Bakanlığı’nda (keza öteki her görevede) ondan çok daha iyilerine lâyıktır. Enerjinin “e-sini” bilmeden, Enerji Bakanlığı, işte onun yaptığı kadar oluyor ve ben bunu, şimdi o düştükten sonra değil, daha o görevde idiyken, söyleme sorumluluğunda bulunduğuma inanıyorum. Başka türlü daha daha iyi düzeyleri nasıl yakalayabiliriz ki?
Evvelce de belirttiğim gibi, “işlerin yoğunluğundan” (!) dolayı, koskoca Cumhuriyet Enerji Bakanlığı’na bir stratejik çizgi çekmeyi başaramayan Enerji Bakanı (bugün kazması vurulsa, ancak on yıl sonra devreye alınabilecek olma özelliğindeki nükleer santralleri kovalaması dolayısıyla), günümüzden yirmi, yirmi beş yıl sonrasına dönük olarak, bu sürece ilişkin olarak ise dişe dokunur hiç bir planlaması olmaksızın, böylesi bir planlamayı mıknatıslayacak birikime de zaten sahip olmayarak, ayrıca birçok olumsuzluk yanı sıra, başta ülkemiz Akdeniz turizmini baltalayabilecek olması pahasına, Türkiye’ye, bir nükleer ipotek koymada, gayet dayatmacı olmak gibi, inanılmaz bir çelişkiyi sergileyebilmiştir.
Neyse ki, kaygılarımızı, bugünkü Hükûmeti meydana geitren her üç koalisyon ortağı da dikkate alınca, Türkiye bir maceranın eşiğinden dönmüştür.
*
Evet, Eski Bakan onun bunun siyasi etkisi ve çıkarları doğrultusunda, hazan yaprağı gibi oradan oraya, bilerek bilmeyerek, savrulmanın dışında, “ne yaptığını çoğunlukla bilmiyordu”. Bunu Dünya Bankası söylüyor, Devlet Planlama Teşkilatı söylüyor. (Jandarma Fezlekesi mazallah, çok daha kötüsünü söylüyor.)
Evet, muhakkak birilerinin çıkarı için çalışıyordu. Demokrasilerde çıkarlar örgütlenmek durumunda olduğuna ve siyasiler de neticede en önce kendi çıkar çevrelerinin temsilcileri olarak göreve gelmek ve bu yönde görev ifa etmek durumunda olacaklarına göre, bu hiç ayıp değildi. Ama bunu, tüyleri diken diken eden şeytanî bir kurgu ile dikkatlerden kaçırıp, paravan gerekçeler ardında, sözde milli menfaatlerimizmiş gibi takdim etmek, en hafif deyişle ayıptı. Ben bunu söyledim.
Şu memleketin getirildiği noktaya bakınca, şimdi “Çok az söylemişim, gerektiğinden fazla zarif söylemişim”, diye düşünüyorum.
Şu güzelim yurdu ve şu soylu ulusu, bu hallere düşürenler (yürürlükteki adaletin yakalarına yapışmasını gerektirecek bir durum olsun, ya da olmasın), bunun hesabını, işte, “kendi kendilerini aklama tutkuları” içinde, hak aramak için açtıkları davaların sürecinde bile, vermeye sıkışabilirler.
Davacı’nın temyiz talebinin reddedilmesini ve lehimize olarak inşa edilmiş mahkeme kararının onanmasını, saygılarımla talep ediyorum.
Prof. Dr. Tolga Yarman
Son Yorumlar