« CHP Kurultayı "Dün Dündür, Bugün Bugündür ise Hiç Mesele Yok" | C. Ersümer'e Cevap » |
CHP Açılırken Solda İnsan Hareketleri
Yazılar, Siyasi İçerikli Yazılar
CHP Açılırken Solda İnsan Hareketleri |
|
“Toplumsal dinamiklerin”, hangisinin “ilerici”, hangisinin “gerici” ya da “tutucu” olduğuna, yekten hükmetmek, tabii kolay değil. Şu var ki bu konuda, mümkün olduğunca evrensel ölçütler bulgulamaya muhtacız. |
...
Ben bir toplum-bilimci, değilim. Bununla beraber doğa-bilim birikimlerimi ve siyaset alanındaki gözlemlerimi, uzmanlarımızın ve ilgilenenlerin dikkatine getirme sorumluluğunda buluyorum, kendimi...
Canlının Temel İşlevi Düzenlilik Üretmektir.
Otuz yılı bulan mesleki birikimlerimle sezinleyebildiğim kadarıyla, “canlının temel bir işlevi, düzenlilik üretmektir” (1).
Evet madde, gerek sonsuz büyük galaktik boyutta, gerekse sonsuz küçük atomistik boyutta, düzenlilik üretiyor.. Şu var ki “canlı”, böyle bir uğraşın sanki “anlamlandığı”, nihai bir erek...
Böyle bir açıdan “canlının misyonu, düzenlilik üretimine, üst bir katkı vermektir”, denilebilir.
İnsansa, canlının (bizim dünyamızdaki) en görkemli aşamasıdır.
Öyleyse:
- İnsanın, düzenlilik üretimin önünü açan tüm uğraşlar, ilericidir.. İnsanı, düzenlilik üreteceği süreçlerden alıkoyan, başta toplu ya da bireysel cinayet, o arada zulüm, işkence, olmak üzere, tüm davranışlar gericidir, sonucuna varılabilir (4).
“Toplumsal dinamikleri”, bu çerçevede “değerlendirmek” gerekir, diye düşünüyorum.
Birçoğumuz Robin Hood, Zoro, Tom Miks, Çelik Blek, Süpermen, gibi öykülerle, büyüdük. Çocuklarımız şimdi, benzer öyküler ve çizgi-filmlerle içiçeler.
Söz konusu öykülerin hemen hepsinde, farkında olalım ya da olmayalım, hatta öykü yazarı farkında olsun ya da olmasın, özde ( tanımlamamıza göre) “toplumsal-ilerici-dinamiklerin” çalıştığını görmek, fevkalade ilginçtir.
Örneğin, Robin Hood’a bakalım.. Feodalin kale duvarlarının, dışındaki, “ilerici-orman-köylüsünün”, öyküsüdür bu değil mi?..
Robin Hood
Birçok filmde izlemişizdir.. Tutucu, bana-cı ve baskıcı, feodal; askerleri aracılığıyla şatosunun civarındaki orman köylüsünü sömürmekte, onu horlamakta, onun varını yoğunu, elinden almaktadır. Orman köylüsü, böyle bir yazgıyı kabullenemez.
Aslında, tüm ilerici-toplum-dinamikleri kuşatılmayı, yeterince üretici olamamayı ve yeterince düzenlilik üretememeyi, kabullenmezler...
Feodalin kalesinin dışındaki orman köylüleri; feodal cendereyi kırmak üzere, Robin Hood adlı “aydının” önderliğinde örgütlenir; başta feodalin silahşörleri olmak üzere, feodalin çevresine ve kendisine “kök söktürmenin” çok anlamlı, çok mizahi, çok serinletici, çok yaratıcı örneklerini, sergilerler. Ormanda, feodale karşı pusular kurar, oyunlar geliştirir.. Sonuçta, feodali alt ederler. Bu, bir ilerici dinamiktir.
Niye ilerici dinamiktir?
Sorunun cevabını, dikkate getirdiğim kozmik boyuttan uçlar alarak, verebiliriz.
Tutucu, baskıcı ve banacı feodal; orman köylüsünü sömürmekte ve onun yeterince özgür, yeterince yaratıcı olmasının önünde durmaktadır. Orman köylüsü, özlediği ölçüde “düzenlilik” üretememektedir. Bu nedenle orman köylüsü, aydın Robin Hood’un önderliğinde, baş kaldırmaktadır. Özgürlüğünün, yaratıcılığının ve üreticiliğinin karşısına dikilen feodali, alaşağı etmektedir. Bu nedenle, hareket, “ilerici” bir harekettir.
Feodal, artık feodal değildir; ama, feodal ve orman köylüsünden oluşan topluluk, şimdi artık, önceden olduğuna oranla, daha özgür, daha yaratıcı ve daha üreticidir. Doğanın görkemli bir parçası olarak düzenlilik üretimine üst katkılar verebilmeye yönelmekte, mutluluğa uzanmaktadır.
Tarih; “ilerici dinamiklerin”; kelepçelerini, zindan demirlerini, hapishane betonlarını kırıp, yerle bir ettiği, örneklerle doldur.
Yakın sayılabilecek önemli bir örnek, Fransız İhtilali’dir.
Fransız İhtilali
Nedir Fransız İhtilali?
1789 Fransız İhtilali “aydınlar”, “ilerici kentliler” ve Paris varoşlarındaki “ilerici yoksulların”, omuzdaşlığıdır.
Filmlerden anımsarız.. Paris’in ücra köşelerindeki, loş şarap mahzenlerinde, neler olmaz ki.. Eylem öncesi ya da sonrası, şenlikli dansları basan, kralın muhafızlarını; o muhafızlar arasındaki ilerici şövalyelerle kol kola giren ilerici yoksullar, nasıl da deliye çevirirler!..
Atos, Portos, Aramis, Dartanyan gibi roman tipleri, böyle doğmamış mıdır?.. Onlar, kralın silahşörleridirler.. Ama, aynı zamanda aydındırlar, ilerici yoksullardan yanadırlar.. Fikirleri kuvvetlidir, kılıçları kuvvetlidir...
“Eşitlik-özgürlük-kardeşlik” özlemi etrafında toplanan Fransız aydınıyla, ilerici kentliler ve ilerici yoksulların krala karşı hareketleri, acaba neden “ilerici” nitelemesiyle anılmaya layık, bir “toplumsal dinamiği” oluşturmaktadır?
Demin belirlediğimiz ölçüt çerçevesinde, sorunun cevabı, kolayca verilebilmektedir. Kral ve etrafındaki egemenler ülkenin olanaklarını, yığınlara rağmen, “çarçur” ederlerken; o yığınlar, kendileri ve çevreleri için, yeterince üretici olamamakta; “düzenlilik” üretimine, yeterince katkı sağlayamamakta; solmakta, pörsümenin pençesinde kalmaktadırlar.
“Kralın kulu” olmaktan kurtulmak üzere, özgürleşme; eşitlik ve kardeşlikle yoğrulunca, kişi daha üretici, daha yaratıcı, daha mutlu, kısacası daha “insan” olmaktadır.
Fransız İhtilali, işte, bundan dolayı “ilerici” bir harekettir. Denilebilir.
İhtilal sürecinde, yine, hiç de ilerici sayılmayacak nice gelişme olmuştur. En önemlisi belki, ihtilalin Robespiyer’e varıncaya kadar, aşama aşama kendi çocuklarını yemesidir.
Ya Volterler, Russolar, Robespiyerler olmasa; ihtilal, tümden fikri bir hazırlıktan yoksun bulunsa; ne olurmuş?. Herhalde alelade bir ayaklanmadan ibaret kalırmış...
Bölüm X.2
CHP AÇILIRKEN SOLDA İNSAN HAREKETLERİ* (2)
* Yazının hemen tamamı, CHP’nin ( 9 Eylül’de) siyasi yaşama dönmesinden önce, kaleme alınmış ve AFA Matbaacılık tarafından Eylül 1992’de kitapçık olarak basılmıştır. Yazının yayınlanması aşamasında büyük emek veren Sevgili Günhan Basit’le Değerli Kardeşim S.Binboğa Yarman’a teşekkürler ediyorum.
İÇİNDEKİLER
§ İlerici Dinamikler; Kaos, Düzenlilik
§ Canlının Temel İşlevi Düzenlilik Üretmektir.
§ Robin Hood
§ Fransız İhtilali
§ Ekim Devrimi
§ Ulusal Bağımsızlık Savaşımız
§ Demokrat Parti
§ CHP ve Ortanın Solu Hareketi
§ Göç ve Yerleşik Dinamiklerle Göçer Dinamiklerin Çatışması
§ Karadenizliler’le Doğulular’ın ve Eski-Doğulu-Göçerlerle Yenilerinin, Ayrışması
§ Çok Kademeli, Çok Boyutlu, Karman Çorman Bir Sınıfsal Çatışma
§ SHP’de Siyasi Ayrışma ve Kent Coğrafyası
§ Toplumcu-Demokrat-Zemin, Kargaşada Hırpalanıyor...
§ CHP Tartışması
§ Soyuta Dayalı İlke, Soyut Parti, Soyut İdeoloji. Soyut İktidar Olmaz!..
§ İlerici-Göçer-Dinamiklerin, Örgütlülük Güvencesi Partidir.
§ İş ve Nema
§ Sınıfsal Tahlil Çalışmaz Oluyor...
§ İlerici Dinamikleri, Örgütlü ve Dengeli Kıvamlarda Siyasete Yansıtmak...
§ Göçerlerin Partilere Dağılımı
§ DSP
§ CHP’nin Başarı Olasılığı Nedir?
§ Şimdi Ne Olacak?
CHP YENİDEN KURULURKEN
SOLDA İNSAN HAREKETLERİ
Gerçekte, “sol-sağ” sözlerinden ibaret bir siyasi lügatı, sevmiyorum. Günün, eskiye oranla çok çeşnileşmiş koşullarında, “sol-sağ” sözcüklerinden oluşan siyasi lügat, “anlatım yetersizliğine” sıkışıyor.
Nedir ki, beri yanda, bu lügatın “sermayeye karşı emeğin savaşımı” bazında üstlenegeldiği tarihi işleve dönük olarak, saygı kusuruna düşemeyiz.
Fazla olarak, günün koşullarında gözden geçirmek gerekse de “sınıfsal çözümlemenin”, hala önemli geçerlilikler sergilediğini; bu arada, özellikle “emek-sermaye” çatışmasına ilişkin eksenin, başka eksenler arasında, hala temel bir toplumsal ayrışımı işaret ettiğini, kabul edebiliriz.
Yine de “sol”, daha doğrusu “demokratik sol” deyimleri yerine; emek-sermaye çatışması yanı sıra güncelleşen, birçok öteki toplumsal çelişkiyi de kapsamak üzere, “üretimde ve paylaşımda, tutuculuk ve baskıcılığa” karşı, “ilericilik” deyimini, daha çok benimsiyorum.
İlerici Dinamikler, Kaos ve Düzenlilik
Toplumları ileriye götüren, “ilerici dinamikler” dir. “Toplumsal dinamikler”, toplum-bilimin temel bir uğraş alanıdır. Bu dinamiklerin, hangisi “ileri” doğru çalışır, hangisi “gerici”dir; bunun ayırımının akademik olarak yapılması, hayli külfetli görünmektedir.
Ama bir “doğa-bilimci” olarak şunu söyleyebilirim ki; “ilericiliğin” ve “gericiliğin” ayırdı, sanırım, taa evrensel-kozmik boyuttan başlayarak, yapılabilecektir.
Bilimde, “bütünsellik” önem taşıyor. Yıllar önce Sovyetler Birliği Bilim Akademisi’nin, Marksist kuram ve diyalektik materyalizmle, çağdaş atomistik kuramı, birbirlerine raptetmek istemesine ilişkin bir çalışmasını, ilgiyle okumuştum. Çalışmanın kurgusunda, en azından güncel atomistik kuram itibariyle yapaylık ve zorlama vardı. Sovyet Marksistler, hani neredeyse; kimi koyu dincilerin, insanoğlunun aya gideceğinin kutsal kitapta yazılı olduğunu öne sürmeleri gibi; diyalektik materyalizm ve atom kuramı arasında, ilişki kurmaya heves ediyorlardı. Sovyet Marksist’lerin uğraşları, bence hamdı. Ama “bütünselliği” yakalamaya çalışması açısından, saygındı.
*
“Doğa”, birçok çalışmamda anlatmaya çalıştığım gibi, “gerek sonsuz büyük gökmekaniksel boyutta, gerekse sonsuz küçük atomistik boyutta kaostan, karmaşadan, keşmekeşten düzenlilik üretiyor” (1-6)
Bugünkü evren-bilim (kozmoloji) ve yıldız-fiziğine (astrofizik) göre, evrendeki tüm maddenin, başlangıçta bir odak dolayında yoğuşmuş bulunduğunu, düşünüyoruz. Yirmi milyar yıl kadar önce, “büyük bir patlama” meydana geliyor ve “madde” gitgide daha büyük hacimlere yayılmaya geçiyor, dağılagidiyor. Enerji korunsa da, çürüyor. Madde gitgide daha geniş hacimleri, un ufak, kaplayacak olarak, ölümcül ıssızlıkların kaosunda seyrelip yitiyor.
Ne var ki, işte “gökmekaniksel çekim yasaları”, maddeyi böylesi bir süreçle boğuşurcasına topluyor, düzenliyor. Yıldızlar, galaksiler (gökadalar) böyle oluşuyor. “Atomistik boyutlarda”, o arada, madde örgütleniyor; güzelim birleşimler dokunuyor. Gezegenimizde, örneğin, “yaşam” başlıyor.
Dehşetli, değil mi!
Dünyamız ve “tabiat-ana”, gerçekte, kaosun yapıtı. Biz de, tabiat ananın çocukları olarak, demek ki, milyarlarca yıllık kozmik bir uğraş uzantısında, “kaos ananın” kim bilir kaçıncı “kuşak” torunlarıyız.
Bir yazımda kaosun “kötü”, düzenlilik biriktirme eyleminin “iyi” olarak değerlendirilebileceğini, dikkate getirmiştim. (4).
Böyle bir bağlamda “insanlık tarihinin de, yeryüzünde, yığınla olumsuzluğa, kana, acıya rağmen, son toplamda, kaostan düzenlilik ürettiğini”, savlamıştım.
Burada, “ilerici dinamiğin” kökenindeki “tılsımlı” diyebileceğimiz “kıvama” dikkat çekmek istiyorum:
• Bir defa, “ilerici dinamik” zemininde, toplumsal hangi ilerici unsurların, nasıl bir omuzdaşlık kurdukları önem taşıyor.
• Omuzdaşlığa, bu unsurların katılım oranları da, “tılsımlı kıvamın”, öndeki bir öğesi oluyor.
• Diğer bir yandan, hareketin kökenindeki “fikri hazırlık” ve “hedefler” önem taşıyor.
• O arada tabii “eylem başarısı” yaşamsal, oluyor.
Fransız İhtilali’nin dokusundaki “aydın, ilerici kentli, ilerici yoksul”, omuzdaşlığına ilişkin tılsımlı yapıyı, tarihin birçok evresinde, günün özelliklerinden edindiği köklerle birlikte izliyoruz. Buna, kendi açımızdan eğilmemiz, çok yarar sağlayabilecektir.
Ekim Devrimi
1917 Ekim devrimi, ne Marks ve Lenin gibi aydınlar ve onların fikri hazırlıkları olmadan yaşanabilirdi.. Ne de ilerici yığınların Çar ve Saray’a karşı Rus aydınıyla bütünleşen özgürleşme özlemleri olmadan, başarıya ulaşabilirdi...
Sovyet Komünist Partisi açısından, hazindir ki; Ekim devriminden yuvarlak yetmiş yıl sonra; önceden hangi başarıların tetiğini çekmiş olursa olsun, sonuçta, hatta yer yer dejenerasyonla başkalaşmış, bu parti; statükonun, hantallığın ve baskının aparatına dönüşmüş olarak, üstelik kaç ülkede, yığınların “özgürleşme eylemlerinin”, ortadan kaldırılması gereken, bir “boy hedefi” olmaktan, kurtulamamıştır.
Ulusal bağımsızlık Savaşımız
Dikkate getirmek istediğim “tılsımlı ilerici yapı” şablonuna, “Ulusal Bağımsızlık Savaşımız”da, ilginç ışıklar tutmaktadır.
Burada, Mustafa Kemal’de simgeleşen “ilerici asker”, bir bakıma “ilerici” sayılabilecek “eşraf” ve “ilerici halk”, coşkularla Dolmabahçe Sarayı’na, Sevr Anlaşması’na ve istilacı
devletlere, baş kaldırmaktadır.
Eşraf, “ilerici” nitelemesiyle anılabilir mi?
Eşraf yapı olarak, ilerici eylemlerle kırılmayı gerektiren feodal özellikler, taşımaktadır. Şu var ki, istilacıya ve emperyalizmaya karşı halkla bütünleşen eşraf; böyleyse, bu tavrından dolayı, “ilerici” nitelemesiyle, anılabilecektir.
Kilit sorumuzu burada da yineleyelim:
- Ulusal Kurtuluş Savaşımız, neden ilerici bir harekettir?
Fransız İhtilali ve Ekim Devrimi, hangi temel sebeplerden dolayı “İlerici” hareketlerse, Ulusal Kurtuluş Savaşımız da, benzer sebeplerden dolayı “ilerici” bir harekettir.
Söz konusu sebepler; sonsuz büyük boyuttaki galaktik süreçler, keza sonsuz küçük boyuttaki atomistik süreçler uzantısında olduğunu belirlediğimiz, “tarihin kaostan, kargaşadan düzenlilik üretme” eğilimiyle, nasıl da çakışıklık göstermektedir (4)!..
“İlericiliğin” milyarlarca yıllık kozmik uğraşa koşut olarak “düzenlilik üretimine katkı” bağlamında, sözün tam anlamıyla “evrensel” bir boyutu olduğunu, sevinçle çözümlüyoruz.
Demokrat Parti
Cumhuriyet tarihimize dönecek olursak, 1940’ların başlarından itibaren gelişen Demokrat Parti hareketinin, “yığınların umutları” itibariyle, gerçekte ilerici bir hareket olduğunu, düşündüğümü, belirtmeliyim.
Gerçi bu hareket o sıralar, Türkiye’ye, komşu Sovyetler Birliği’ni kuşatmak üzere yönelen, bu uğurda siyasi-askeri kuramlar ve stratejiler tezgahlayan dış odaklardan usul usul destek görmekte.. Türkiye’nin ileride içine sürükleneceği olumsuzlukların zemini olmaya kaymaktadır.
Nedir ki Demokrat Parti’ye omuz veren özlemlerle, Fransız İhtilali ya da öteki benzer gelişmeler arasında, yine de ilginç örtüşmeler izleniyor.
Söz konusu gelişmelerin hepsinde, aydınlar ve ilerici kentlilerle, kentte olsun kırsal kesimde olsun, öteki ilerici unsurların; yerleşik,tutucu, baskıcı, yetki ve olanakları tasarrufta dargrupçu, merkezi otoriteye karşı, “omuzdaşlığını” görüyoruz. Böyle bir omuzdaşlık, önceleri silahla, zorla sonuç almış; sonraları ise, “demokratik açılımlarla” etkinliğini sergilemiş...
1940’larda gelişen Demokrat Parti “kökenindeki” hareket; dediğimiz gibi iç ve dış olumsuzluklar yüzünden sonradan rayından çıkacak olsa da, ülkemizde, “demokratik açılımla” ilk sonuç alan, “ilerici” bir harekettir, denilebilir.
Gerçi hareket, ülkede, Kurtuluş Savaşı sonrası ve Cumhuriyet Tarihi’nin mimarı Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) iktidarına karşı gelişmektedir.. Gerçi, CHP’nin olumlu iradesi olmasa, ülkede “demokratik mayalanma” gerçekleşemeyecektir.. Gerçi Demokrat Parti hareketi 1950’lerin sonuna doğru, başlangıçta karşı olduğu CHP merkeziyetçiliğinden beter bir merkeziyetçiliğe ve baskıcılığa yönelmekte, bu yüzden de dejenere olmaktadır...
Olsun.. Bu olgular Demokrat Parti hareketinin, yığınların umutları itibariyle başlangıçta, aydınlar, ilerici unsurlar, o arada kabuklarına sığmayan “ilerici köylülerimizle” yoğrulmuş olarak, “ilerici bir hareket” olma niteliğini, çelmemektedir.
O kadar böyledir ki, 27 Mayıs 1960 sonrası gelişmelerde; iktidarda CHP’yi değil, epeyce bir süre Demokrat Parti’nin devamı sayılacak Adalet Partisi’ni, görüyoruz.
Diğer bir deyişle, yığınların zihninden; 1950’ler sonlarına doğru büyüyen Demokrat Parti yozlaşması, CHP iktidarının 1950 öncesine ait olumsuzluklarını, bir bakıma hala silebilmiş değildir.
Taa ki, sonra sahneye çıkan iktidarlarla birlikte, başka olumsuzluklar birikinceye değin...
*
İncelememizi, kestirmeden sürdürmeyi, deneyelim.
1970’lerin başından itibaren yürürlüğe, “ortanın solu” ilkesiyle birlikte, Cumhuriyet Halk Partisi’nin başlattığı, bir diğer ilerici hareket girmektedir.
CHP ve Ortanın Solu Hareketi
Bülent Ecevit karizmasının önderliğindeki bu hareket, karşısında, “Milliyetçi Cephe” hükümetlerini bulmaktadır.
Ortanın Solu hareketinin “rüzgarları” ve “tılsımlı dengeleri” galiba, yeterince ele alınmış değildir.
Düşüncemin bir kanıtı, belki, başta Sayın Ecevit olmak üzere, onun önceki çalışma arkadaşlarının, 1980 sonrası atılımlarında, özledikleri siyasi başarı gradosunu tutturamamış, olmalarıdır. Sözünü ettiğim “rüzgarlar” ve “tılsımlı dengeler” iyi anlaşılabilirse, bugün çağdaş-toplumcu-demokrat kesimin karşı karşıya kaldığı sıkıntılar, aşılabilecektir.
Göç ve Yerleşik Dinamiklerle Göçer Dinamiklerin Çatışması (7-9)
Türkiye, yıllardır müthiş bir “nüfus patlaması”, buna da bağlı olarak bir “göç patlaması” yaşıyor. Özellikle, “büyük kent varoşlarına”, bu arada “kıyı şeridimize” insanlar, Anadolu’nun içlerinden, yerlerinden-yurtlarından sökülerek, akın akın yığılıyorlar.
Ülkemizde yaşanan göç olayının benzeri, yok değilse, az olmalıdır.
Ülkemizdeki göç, büyük kentlerimizden, özellikle de İstanbul’dan Batı Avrupa’nın hemen her kentine, İskandinav ülkelerine, ABD’ye, Kanada’ya, hatta Güney Amerika ve Avustralya’ya “sıçramalar” yapıyor...
Düşünceyi vurgulamak üzere, bir parça nükte ile ifade edeyim.. Kaç bin yıllık İstanbul’da, şimdilerde yapılacak “yatay” bir “sosyal kazı” çalışması, olağan “tarihi kalıntı bulgulama” çalışmalarından, çok daha ilginç olabilir.
Bilhassa İstanbul’da kent merkezinden gerilere doğru, hale hale geçildikçe; göç dalgalarının kent varoşlarına, hangi etkileri taşıdığını, adeta “toplumsal bir arkeoloji çalışması” yapar gibi bulgulamak, ayrıca sahiden, mümkün görünüyor...
Göç dalgalarının kent çeperlerine vurması uzantısında, kent genişledikçe; “yerleşik dinamikler” ve “göçer dinamikler”, çatışıyorlar.
Bu çerçevede, siyasal açıdan, gerçekten fevkalade değişik olaylar yaşanıyor.
Yer yer Marksist sınıfsal tahlili, tam doğrulayanı; yer yerse, böyle bir tahlili iyiden iyiye çelen olaylar, hep birlikte gelişiyor.
Kestirmeden ifade edersek.. “yerleşikler” ve “göçerler”, bir bakıma sınıfsal olarak ayrışıyorlar..
Biraz kendi ayrıntımıza inersek.. Özellikle sol kesimde “ilerici-yerleşik-dinamikler” ile “ilerici-göçer-dinamikler” (ilericiliği tarihsel bağlamda açıkladığımız biçimde tanımlayabileceğimizi varsayarak), yerleşik, tutucu, banacı ve baskıcı dinamiklere karşı, siyasi olarak ayrışıyor ve omuzdaşlıklar kuruyorlar.
Ama, mesele bu kadar basit değil..
Bir defa genel olarak, kentlere evvelce ulaşmış göçer dinamiklerle, sonradan gelen göçer dinamikler de; evvelkiler gitgide yerleştikçe, siyasi olarak, yavaş yavaş, ayrışıyorlar.
İyice eski dinamiklerse, “tutucu dinamikler” arasında, yer alabiliyorlar.
Bütün bu aşamalarda sınıfsal tahlil, doğrusu hayli etkin biçimde çalışıyor.. Yalnız, kökte yerleşiklerle göçerler arasındaki “hinterland kavgasının”, değişik bir deyişle, “söz konusu sınıfların yerel özelliklerimizde nasıl oluştuğunun ve nasıl belirginleştiğinin” anlaşılması koşuluyla...
Kentlerimizde yer etmeye uğraşanlarla, buralarda hinterlandlarını korumaya çalışanlar arasındaki çekişmede; sanki tarihte bir kenti kuşatıp düşürmek için kavga edenlerle, onu elde tutmaya savaşan unsurlar arasındaki çatışmanın birçok boyutu, derinden derine yaşanıyor.
Böyle bir çerçevede, Türkiye’den son otuz yılda sayısı milyonu bulan, aslı Rum yurttaşımızın, Yunanistan’a göçtüğü, çok çarpıcı sayılacaktır.
Şu var ki olayın; kabaca bir hinterland ve paylaşım kavgası olmaklığı yanı sıra; yerine göre, birçok değişik özelliği sergilediğini, akademik bütünsellik açısından anımsamamız gerekiyor.
Bunların bir kısmına, birazdan değineceğim.
Ama bu yazıda, “önemli” denilebilecek “etmenlerden” bazılarına,yersizlikten giremiyorum Bunların başında, ülkemize yönelik dış kurgular, geliyor. Bunlar, eşyanın doğasında olarak, zaten hiç noksan olmamıştır!
Söz konusu diğer bir etmen, büyük kentlerimize sarkmış “ayrılıkçı” emellerdir. Söz konusu etmen, bambaşka bir çerçevede, derinleştirilmelidir.
*
Aslında yurdumuzda yaşanan göç olayının mekanizmasına, ekonomi ve sanayi serpilmeleri açısından girmemiz, ayrıca, ilginç olurdu (10). Öyle bir açılımı da, yersizlik nedeniyle burada, geliştirememekteyim.
Karadenizliler’le Doğulular’ın ve Eski – Doğulu – Göçerlerle Yenilerinin, Ayrışması
Büyük kentlerimizin, özellikle de İstanbul’umuzun, nasıl bir “etnik mozaik” serpilmesiyle genişlediği, fevkalade ilginç bir araştırma konusu olsa gerektir.
Kağıthane sırtlarından Ümraniye arkaları, Sarıgazi’ye kadar.. Bayrampaşa dolaylarından Sarıyer sırtları, Beykoz tepelerine kadar.. Küçük Çekmece, Büyük Çekmece yamaçlarından Kartal-Samandıra, Pendik-Kurtköy, Sultanbeyli ilçelerine kadar, İstanbul hale hale, yumak yumak genişliyor, dönüşüyor, başkalaşıyor...
Uzağa gitmeye gerek yok.. Boğaz Koridoru’nun, İstanbul’un her iki yakasında da, hepsi hepsi üç yüz metre, bilemediniz beş yüz metre gerisinden itibaren; Sivaslılar’ın, Malatyalılar’ın, Erzincanlılar’ın, Giresunlular’ın, öteki illerimizden gelen yurttaşlarımızın, birbirlerinin karşılıklı sıcaklıklarını hissetmek üzere sığındıkları, kaç yüz kahveye, rast geliveriyoruz!..
Anadolu’nun hemen her ilinin hemşirelerinin, İstanbul’da, her ilçede kurdukları, yaşattıkları, “dayanışma dernekleri” bulunuyor.. Bu derneklerin, Anadolu’nun yerel özelliklerini yansıtan şölenleri, geceleri, biteviye yapılıyor...
Üniversitelerimiz, basın, hatta siyasi partiler, “memleketimizden insan manzaralarını” analitik olarak, pek ayrıntılandıramıyor, çözümleyemiyorlar.
Anadolu, durmaksızın, büyük kentlere göçüyor.. Özellikle de, Türkiye’nin Güney ve Batı kıyı şeridine, kayıyor...
İstanbul’da yaşananlar; daha küçük ölçeklerde olmakla beraber, ama hemen aynı karakterde, İskenderun’da, Adana’da, Mersin’de, Antalya’da, haliyle İzmir’de, İzmit’te, o arada Ankara’da, Eskişehir’de, Bursa’da ve öteki benzer kent merkezlerimizin civarlarında, enine boyuna yaşanıyor.
İnsan hareketleri ülkemizde, “yerleşik dinamikler” ile “göçer dinamikler” arasında, siyasi olarak, bariz çatışmalar, hatta kavgalar doğuyor.
Göçenler, göçmeyen yakınlarıyla ilişki halinde bulunduklarından; “göç hareketleri” son toplamda, özellikle Güney ve Batı kentlerimizde, en başta da İstanbul’da, bir “Doğu-Batı çelişkisini ve sürtüşmesini”, iyiden iyiye sahneliyor.
Olay, kestirmeden ifade edersek, sanki “karmaşık-bir-sınıfsal-çatışma” hüviyeti sergiliyor.
*
Kıyı kentlere, özellikle de İstanbul’a göçün öncüleri, görüldüğü kadarıyla, Karadenizliler..
Karadeniz, deniz yoluyla İstanbul’la yaz-kış, bağlantılı. Sonra, dağlık-dik ekim alanları itibariyle, nispeten zorluklu. Bu nedenlerle.. O arada, Karadeniz Bölgemiz’i Doğu Bölgelerimiz’e oranla belki daha avantajlı kılan, “ekonomik ve kültürel ilişkilerdeki nispi rahatlık”, gibi nedenlerle olmalı.. İstanbul bir “cazibe merkezi” niteliğiyle en önce, taa Rize’ye değin hemen tüm Karadenizliler’i etkilemiş, en önce de onların birçoğunu içine çekmiş.
Karadenizliler’in İstanbul’da varlık ve etkinlik göstermeleri, yoğunca, galiba 1960’lardan itibaren oluyor. O sıralar anımsanacaktır, “Laz müteahhit” olarak anılan, enerji dolu, cin gibi Karadenizliler, İstanbul içlerine “burgu burgu” girmişler ve nice inşaatla İstanbul’a damgalarını vurmaya başlamışlardır.
“Eski İstanbullular’ın yeterince varsıl olamadıkları için değerlendiremedikleri, babadan kalma küçük topraklara, ya da kırık dökük eski ahşap evlerin taban arsalarına, yerine göre iki-üç, yerine göre dört-beş daire karşılığı onbeş-yirmi daireli bina yapımına” ilişkin yöntem Laz müteahhitlerin dünya literatürüne armağan ettiği, fevkalade özgün bir girişim ve iş tekniği oluvermiştir!
“Karadenizli-göçer-dinamikleri”, 1960’larda, İstanbul’un “ilerici-göçer-dinamikleri” olarak, tasnif edebileceğimizi düşünüyorum.
Dikkat edilirse bu tarihlerde, daha Doğulular, varlıklarını ve ağırlıklarını İstanbul’da, tam hissettirmemekteler...
“Karadenizli-İlerici-Göçer-Dinamikler”in o sıralarda CHP’de “ortanın solu” hareketinin temel bir motorunu oluşturduklarını, ayrıca görmemiz, yerinde olacaktır. 1960’ların sonunda, 1970’lerde, ilerici Karadenizliler, İstanbul’da CHP İl Yönetimi’nde ve İstanbul Belediyesi’nde, önderlikler üstlenmektedirler. CHP Genel Merkezi’nin Türkiye’deki insan hareketlerine tam ayak uyduramadığı sıralar, andığımız tarihler arasına isabet eder. Genel Merkez’deki “Merkezciler”e karşıt olarak Bülent Ecevit ve arkadaşları, Türkiye’deki insan hareketlerine ilişkin rüzgarları iyi algılamakta ve üst bir coşkunun tetiğini çekmektedirler.
Bu hareket, Karadenizliler başta olmak üzere, büyük kentlerde, özellikle de İstanbul’daki ilerici-göçer-dinamiklerle, ilerici-yerleşik-dinamiklerin; tutucu, banacı, baskıcı statükoya karşı, omuzdaşlığıdır. Hareket, kuşkusuz, Doğulu göçerlerden de hissedilir bir destek almaktadır.. Bu arada, Türkiye’de gelişen “emek ve sendika” bilincinden de foralanmakta, emek kesiminin yığınsal desteğiyle iyice güçlenmektedir.
Olay tek başına bir “önder karizması” değildir. Önder, hareketi, gerçekten iyi simgelemektedir. Şu var ki, tarihten kökler alarak güncel koşullarla bütünleşip yaşayagelen “tılsımlı-toplumsal-ilerici-kıvam” (tam tahlil edilmese de), Türkiye’de 1970’lerin başlarından itibaren, işte anlattığım şekilde yürürlüğe girip “sevinç dalgalarıyla” bayraklaşmakta, “belirleyiciliği” yakalamaktadır.
Hareket, arkasında kimleri, bırakmamıştır ki? Turhan Feyzioğulları, Kemal Satırlar, Nihat Erimler, daha niceleri.. Hatta en önemlisi Sevgili İsmet Paşa!..
*
Başta İstanbul, büyük kentlerimizin çekim alanına, herhalde 1970’lerden itibaren Doğu bölgelerimiz, yoğum biçimde girmektedir. Böylelikle Doğu kültürünün izlerine, bu kentlerimizde, özellikle de İstanbul’da, artık eskisinden daha çok rast gelinmeye başlanmaktadır.
*
Bu değerlendirmelerin ışığında, şimdi, SHP örgütlerinde (1986 dan bu yana) yapma şansına sahip olduğum, gözlemlere geliyorum. SHP örgütlerinde karşıma, başta, şu ilginç olgu çıktı.. Bu örgütlerde Karadenizliler’le Doğulular, bariz şekilde ayrışıyorlardı.
Biraz yakından bakınca, anlaşılıyordu ki, Karadenizliler “önceki-göçer-dinamiklerdi”..Ama artık “yerleşikleşmişler”di. Bunların arasında oturmuş saygın müteahhitler, saygın mühendisler, saygın avukatlar vardı. “Doğulular” ise; “daha sonraki”, “daha yeni”, göçer dinamikleri oluşturuyorlardı ve “Yerleşikleşmiş Karadenizliler”i, aynı görüş, aynı siyasi çatı altında olmakla birlikte, pek kendilerinden saymıyorlardı!
Burada gerçi, “etnik” ve “kültürel” etmenler, o arada “dinsel yönelim” farklılıkları, etkisiz değildi..
Ayrışmada, bunlar hatta yer yer, bayağı, belirleyici olmaktaydı.. Ama “kökteki” belirleyici de değildi. Düpedüz, kentleşmedeki “kategori farklılığı”, “ayrışmada” temel bir etmen oluyordu.
Gözlem biraz daha derinleştirilirse, “Nispeten-Eski-Doğulu-Göçer-Dinamikliler” ile “Nispeten-Yeni-Doğulu-Göçer-Dinamikler”in, benzer şekilde ayrıştıkları ve çatıştıkları izlenebilecekti.
İşte; etnik ya da başka ayrılıklardan ziyade, “siyasi ayrışmada” esas olarak “yerleşikleşme gelişkinliğinin”, önem kazandığının; üzerinde çok durulmaya değer, kanıtı.
Düşünceyi bir örnekle açayım.. 20 Ekim 1991 Genel Seçimi arifesinde, İstanbul’da bir bölgede, biri ANAP’lı, öteki SHP’li, köken olarak Bingöl’lü, iki adayın ikisi de, parti farkı gözetmeksizin o bölgedeki Bingöllüler’in oylarını alabileceklerini, umdulardı. Oysa “kentlileşmede” farklı kategorilerdelerdi. ANAP’lı Bingöllü aday, daha eski bir göçer, daha varsıl, dolayısıyla İstanbul’a daha yerleşikti. SHP’li Bingöllü aday ise, nispeten daha yeni bir göçer, daha az varsıl ve İstanbul’a daha az yerleşikti.
Gerçekte bu adayların, oy tabanları da, andığımız özelliklerine göre şekillenmişti. Ama onlar, bunu göremediler. Umduklarını, o nedenle, hiç bulamadılar, ANAP’lı Bingöllüler’in oyları ANAP’lı Bingöllü adaya; SHP’li Bingöllüler’in oyları ise, tam tahmin ettiğimiz gibi, SHP’li Bingöllü adaya gitti!..
“Yerleşik-Bingöllüler”in, etrafındaki ilişkiler dahil, ANAP’a.. “Daha-Az-Yerleşik-Bingöllüler”in ise, etraflarındaki ilişki yumaklarıyla, SHP’ye yönelmeleri, gerçekten rastlantı değildi. Bir nevi “sınıfsal çözümleme”, çarpıcı şekilde çalışıyordu. Çok benzer şekilde, SHP içinde de, “nispeten-yeni-bir-göçer” ile “nispeten-daha-da-yeni-bir-göçer” ayrışmaktaydı.
“Toplumsal kategorilere”, “gelir gruplarına”, “özlem farklılaşmalarına” dayalı, sosyo-politik incelemeler yapmak, tabiatıyla önemlidir. Ama, söz konusu kategorilerin, grupların ya da sınıfların, “nasıl oluştuğunu”, ayrıca ve temelde tahlil etmek, gerekiyor.
Çok Kademeli, Çok Boyutlu, Karman Çorman Bir Sınıfsal Çatışma
İşte böyle bir çerçevede, demek istemekteyim ki, kent varoşlarına göç dalgaları vurdukça, oralarda peyderpey “toplumsal katmanlar” oluşuyor. “Öncekiler” “sonrakiler”le toplumsal ve siyasi olarak, kabuk kabuk, ayrışıyor ve çekişiyorlar.
“Karadenizliler”le “Doğulular”ın; ya da “Eski Doğulular”la “Daha-Eski-Doğulular”ın; yahut “Yeni-Doğulular”la “Daha-da-Yeni Doğulular”ın; partiler arası ya da partiler içinde, o arada örgüt hareketleri en çarpıcı sayılabilecek olan SHP içinde, işte tam da öyle ayrıştıklarını ve çatıştıklarını, vurgulamak istiyorum.
Yaşanan, bu açıdan çok kademeli, çok boyutlu, ama neticede, “sınıfsal-bir-çatışma”dır. Bunun çözümlemesi iyi yapılamadığı, bağıl politikalarda da doyumlu olarak inşa edilemediği için, böylesi sınıfsal bir çatışma, neticede tam anlamıyla “darmadağınık” ve “karmaşık”, bir yapıda, kendince gelişmekte ve seyretmektedir.
*
“Göçer dinamikleri”, genelde, “ilerici” nitelemesiyle tasnif etmemiz, yerinde olacaktır. Çünkü onlar, daha üretici, daha özgür, daha insan olarak, “yaşamak” istiyorlar. Acılarını dindirerek, açmazlarını çözerek, hayatı, yakalamak istiyorlar. Bizim özelimizde, “Toplumsal-ilerici-her-hareketin” buralardan kökler alması, gerektiğini, öngörüyorum.
Yalnız, kent varoşlarından içeri doğru, kademe kademe yaşanan sınıfsal çatışma, öylesine girift boyutlar ediniyor ki.. Göçer dinamiklerin birçoğunun, “ilericilik” niteliği, can havliyle sebebiyet verilen ilkel bir “rant kapışmasında”, eriyip yok oluveriyorlar.
Bunun örneklerini sıkça yaşıyoruz. Göç patlamasıyla kent varoşlarına yığılan, izdiham; tarihten kökler alarak, güncel ilerici unsurlarla yoğrulup gelişmesi beklenen ilerici-toplumsal-birleşim-ve-omuzdaşlıkları, hırpalıyor, alabora ediyor.
Böyle bir süreçte, SHP içinde, (deyimleri benimsemekteysek) “ilerici-göçer-dinamikler”le “ilerici-yerleşik-dinamikler”in, kıyasıya ayrıştıklarını ve çatıştıklarını izliyoruz.
Bu noktaya birazdan, nispeten ayrıntısıyla geleceğim. Ama önce, göçe uğrayan kentlerdeki ayrışmanın, “kent coğrafyası” itibariyle, “anatomisine” göz atmak, yararlı olabilecektir.
SHP’de Siyasi Ayrışma ve Kent Coğrafyası
Konuya yaklaşım açımız itibariyle İstanbul, fevkalade zengin, bir laboratuar oluşturuyor.
Özellikle SHP içindeki ayrışmanın elle tutulur ölçütlerini, İstanbul coğrafyasında belirlemek, çok mümkün.
Örneğin Pendik Ve Kartal İlçeleri’ne bakalım:
SHP Pendik-Kartal ilçe örgütlerine kayıtlı üyelerin, siyasi olarak ayrışmasında bir bakıyoruz ki, E5 İstanbul-Ankara Karayolu, çok ilginç bir belirleyici olarak karşımıza çıkıyor. Karayolu’na deniz tarafında oturanlar, kente nispeten daha önce gelip, “daha-çok-yerleşikleşmiş” olanlar.. Karayolu’nun karşı tarafında tepelere, hatta bunların gerisine doğru saçılıp, buralarda hayat kurmaya çalışanlar ise, kente daha sonra gelen, kente tutunmaya çalışan “göçer dinamikleri”, işaret ediyor...
E5 Karayolu’nun deniz tarafında oturan SHP’li üyelerle, karşı tepeler tarafında oturan SHP’li üyeler, sanki şaşmaz şekilde, ayrışıyor ve çatışıyorlar.
E5 Karayolu, Kartal ve Pendik SHP örgütlerini, “bıçak” gibi ikiye bölüyor.
Bunun gibi, Üsküdar-Merkez civarıyla; arkalardaki Esatpaşa, örnek, Ünalan, Ferah, Yavuztürk Mahalleleri ayrışıyor. Hatta bu mahallelerde, “mahalle merkezleri” ile “mahalle uçları”, tam da demin açıkladığımız şekilde, “yerleşiklik derecesine” göre ayrışıyor.
Bakıyorsunuz, Boğaz Koridoru’yla onun arkası, onun da biraz arkası, daha da arkalar, kademe kademe farklılaşıyor.
Ümraniye-Merkez’le Ümraniye dolayı, şimdiki Sarıgazi ilçesi, o arada Mustafa Kemal (eski Bir Mayıs) Mahallesi, çok ilginç şekilde, aynı tarzda ayrışıyor.
Merkeze doğru, “ilerici-yerleşik-dinamikleri”; dolaya doğru ise “ilerici-göçer-dinamikleri”, bulguluyoruz. Dolay mahallelerdeki, nispeten yerleşikler, o mahalledeki göçer dinamiklerden kopup, merkezdeki yerleşik dinamiklerle siyasi ittifaklara, beraberliklere yöneliyorlar. Bu Beykoz’da, Sarıyer’de, Beşiktaş’ta Kadıköy’de, Beyoğlu’nda, Şişli’de, Kağıthane’de, Fatih’te, Zeytinburnu’nda, hemen her yerde, böyle...
Beşiktaş, Beyoğlu, Şişli, Fatih, Kadıköy, hatta Küçükçekmece gibi, (dolay ilçelerimize oranla) “iyice yerleşik” sayılabilecek, ilçelerimizde, SHP ilçe yönetimlerine, (benim deyimimle) “ilerici-yerleşik-dinamikler” geliyorlar. Buralarda “ilerici-göçer-dinamikler”, nispeten azınlıkta, kalıyorlar. Bayrampaşa, Kartal, Pendik, Ümraniye-Sarıgazi gibi ilçelerde, yerleşikleşmiş eski göçerlerle yeni göçer dinamikler, çekişiyorlar. Buralardaki kongrelerde, daha çok, yeni-göçer-dinamikler çoğunluk sağlayıp, yönetimlere geliyorlar.
Benzer manzarayı Güney ve Batı, hemen tüm sahil şeridimizde izliyoruz. İskenderun-Merkez’le dolay, Mersin-Merkez’le dolay, Antalya-Merkez’le dolay, işte göç hareketlerinin uzantısında olarak açıkladığımız şekilde, SHP örgütlerinde ayrışıyorlar.
Toplumcu-Demokrat-Zemin, Kargaşada Hırpalanıyor...
Ayrışma sosyo-politik açıdan, bir olgudur. Onun için, tabii, böyle bir açıdan incelemek gerekir.
Ancak şu oluyor.. Ayrışma derinleşip “karman çorman” bir “sınıfsal çatışma” boyutu edinince, SHP gibi, toplumun “ilerici dinamiklerini” sarmalama savında bulunan bir siyasi kuruluşun, üstüne oturması gereken “toplumsal zemin”, hasara uğruyor. Bu da tabii, anlaşılırdır. Ama parti yönetiminin, “varlığını” kemiren olayları, tahlilde, gösterdiği daralma anlaşılır, daha doğrusu, kabul edilir değildir.
SHP üç kurultaydır, hatta hayli öncesinden itibaren, örgüt derinliklerinden kökler alan bir çatışma ve “kilitlenmişlik” yaşadı.
Görebildiğim kadarıyla, önce SHP içindeki (güç gövdesi olarak) “yerleşik dinamikler”, (güç gövdesi olarak) “göçer dinamikler”e hayat hakkı tanımak, istemediler. Onları sanki, ama korkarım farkında olmadan boğmaya yöneldiler. Buna bağlı olarak, göçer dinamiklerin tepkisi ve demokratik-siyasi eylemleriyle, karşı karşıya kaldılar; SHP içinde, yerleşik dinamikler çok kenardan da olsa, göçer dinamiklere, yenildiler. Bundan sonra göçer dinamikler yerleşik dinamikleri, tıpkı onların kendilerine yaptığı gibi çoğunlukla dışladılar.
Partinin bir yarısıyla öteki yarısı birbirleriyle amansız bir şekilde, yenişmeye düştü. Bu iki yarı arasındaki kavga derinleşti, kemikleşti.
Parti esas olarak; ilerici-yerleşik-dinamiklerin yönetimde ağırlıklı olduklarında da; ilerici-göçer-dinamiklerin şu sırada, yönetimde ağırlıklı bulunduğu aşamada da; öteki yarısına hep “kör” baktı ve gücünü yarı yarıya yok saydı, yok etti. Yarım bir partiymiş gibi işlev sürdürdü.
CHP Tartışması
1980 Darbesi sonrası bir “kıyım” niteliğinde kapatılan CHP, işte bu koşullarda açılıyor.
Olay tam, CHP’nin “açılması” olmaktan ziyade, SHP’nin bir yarısının, genel olarak ilerici-yerleşik-dinamiklerin, ilerici-göçer-dinamiklere karşıt olarak CHP’ye yönelmesidir, denilebilir. Korkarım, esas olarak budur.
SHP’deki göçer dinamikler; SHP’den, CHP’ye yönelenlerle kendi aralarındaki, “yerleşiklik derecesinden” kaynaklanan “yapısal farklılıkları” sezinliyorlar. Onların CHP’ye gitmesine, bu açıdan pek ses çıkartmıyorlar. Ama kendilerinin CHP’ye yönelmesinin mümkün olmadığını vurguluyorlar.
CHP’ye yönelen SHP’li eski CHP’lilerse; CHP’nin SHP’ye, katılmasının söz konusu olmadığını açıkça belirtiyorlar.
Bu durumda demek ki, SHP içinde çatışma halinde bulunan ve SHP’nin “bağdaştırması gerekirken” bir türlü “barıştıramadığı”, kestirme deyişle ilerici-yerleşik-dinamiklerle, ilerici-göçer-dinamikler, şimdi karşı karşıya olarak, ama iki ayrı partide mevzileniyor, oluyorlar.
*
Böylesi derinlemesine “arazlar” ortadayken, tartışmaların; “Milli Güvenlik Kurulu’nun işlevi ne olmalı”, veya “Genel Kurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığı”na bağlanmalı mı, bağlanmamalı mı, ya da “Altı ok atılmalı mı, tutulmalı mı” türünden, önemsiz olmamakla beraber, salt üst yapı düzenlemelerine sıkıştırılmasını uygun bulmadığımı, belirtmeden geçemeyeceğim.
Soyuta Dayalı İlke, Soyut Parti, Soyut İdeoloji, Soyut İktidar Olmaz...
Toplumda ve dünyada “ilericilik” savında olan bir siyasi kuruluşun en önce “güncel-ilerici- dinamikleri” yakalayıp tanımlayarak, “mayasına” katması gerekmektedir. SHP ya da CHP gibi bir partinin nasıl bir “sosyal zemin” üstüne oturtulacağı, bu açıdan çok önem taşıyor.
Böyle bir yaklaşım hiç gözetilmiyor, gözetilmedi, demek istemiyorum. Örneğin 1983’te Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) kurulurken, toplumun-ilerici-dinamikleri, emekçiler, sendikacılar, ilerici memurlar, ilerici askerler, ilerici gazeteciler, ilerici öğretim üyeleri, ilerici hukukçular; “yordamlarla” bulunan, başarılı dengelerde bir araya gelmişlerdi.
Şu var ki, özellikle ülkemizde yaşanan göç patlaması ve kent varoşlarına yığılan izdiham, işte yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım şekilde, tarihten gelen “tılsımlı-ilerici-dinamik-omuzdaşlıklarını” altüst etmiştir. Burada yaşanan “insan anaforları” ise, pek tahlil edilememiştir, anlaşılamamıştır, demek istiyorum.
“Soyuta dayalı ilke”, “soyut parti”, “soyut ideoloji”, “soyut program”, “soyut iktidar” olmaz. Siyaset, insanlarla oluyor.
Sanırım hiçbir ülke, bizim yaşadıklarımızı, bizim karakterimizde olarak yaşamıyor. Benzerlikler, ortak paydalar yok mu? Var tabii.. Hem de çok!..
Ama, bizim topraklarımıza, bizim insanlarımıza özgü nice yerelliği yaşadığımızı, nasıl ıskalayabiliriz?
Bu nedenle hiçbir “konfeksiyon ideolojiye”, “düşün reçetesine” “toptancı” bir yaklaşımla, itibar edilmemesi gerektiği düşünüyorum.
Belli bir çerçevede çok derin de olsa, “tercüme sol yapıtların” ve yalnızca bunların içeriğinin hipnozundaki, çok aydınımız; yanı başlarında meydana gelen nice yerel ve ulusal özgün gelişmeyi, hayrettir ki hiç duyumsayamayabiliyorlar.
Nükte ile söyleyelim, bu açıdan yapılan biraz, İstanbul Boğazı’na dalmış bir dalgıcın, buradaki balık hareketlerini, Hint Okyanusu’ndaki balık hareketleri için yazılmış el kitabına bakarak, ahkam çıkartmasına, benziyor.
Oysa dikkate getirmeye çalıştığım, ülkemiz-toplumsal devinimlerini, bu arada büyük kentlerin, özellikle de İstanbul’un, kademe kademe gerilerine doğru yaşanan “insan hareketlerini” görmek, gözlemlemek, anlamak, bulgulamak ve tasnif edebilmek üzere bir “okyanus bilimci”den farksız olarak; mahallelerde, kentlerin, toplumun derinliklerinde, çalışma alanları belirleyip, buralarda incelemeler yapmamız gerekiyor.
Yerel ve ulusal insan devinimlerimize galiba pek böyle yaklaşamıyoruz. Bu nedenle de, “siyasi-yaklaşım”la, “siyasi-gelişmeler” arasında; aynı biçimde “siyasi-soyut-söylem”le, “somut-gerçekler-ve-beklentiler” arasında, ciddi sapmalar, hatta aykırılıklar doğuyor.
Böyle bir çerçevede.. Hem “soyut yönelişler” bir anlam ifade etmez oluyor.. Hem de “ilerici” olacağı umut edilmiş toplumsal birleşim ve kıvamlar, başkalaşıyor, çalışamaz oluyor...
O zaman yaşanan, dediğim gibi, çok kademeli, çok boyutlu, başka yerlerde yaşanan örneklerinden hayli farklı, “karman-çorman-bir-sınıfsal-çatışma” olup çıkıveriyor karşımıza.
Öyle bir çatışma ki, gerçekten “ilericilik” vasfını, içeriyor.. Ama “karman-çorman” bir yapıda olduğu için, ilericilik vasfını kemirip mahvediyor.
*
Olay, siyasi yansıması açısından, görebildiğim kadarıyla öncelikle SHP içinde yaşandığından; ona, özellikle SHP penceresinden bakmaya çalışıyorum.
SHP gerek yerel yönetimlerde, gerekse de üst iktidarda, birçok güzel başarı sergilemiştir. Ama korkarım anlattıklarıma, genelde “doyumlu teşhisler” koyabilmiş ve gerekli önlemleri getirebilmiş, değildir.
İlerici-Göçer-Dinamiklerin, Örgütlülük Güvencesi Partidir.
20 Ekim 1991 Genel Seçimi’nde SHP’nin yenilgisinin, tabii birçok nedeni vardır. Bunlar enine boyuna tahlil edilmeye çalışıldı. Nedir ki, tek cümlelik çarpıcı bir açıklama isterseniz şöyle diyebilirim:
- Yerleşikler göçerleri, özellikle büyük kentlerde püskürtmüşlerdir.
Bence bu, vurgulayayım, SHP gibi bir partinin altından, onun kapsaması gereken “sosyal zeminin” önemli ölçüde kayması demektir.
Esas olarak bu sosyal zeminin, özenle tanımlaması ve partinin (ister SHP, ister DSP, ister CHP, hangisi olacaksa), böyle bir sosyal zemin üzerine inşa edilmesi, gerekmektedir.
*
Ama işte, kent varoşlarına gitgide daha çok baskı yapan, “insan selleri” tutunmak üzere mümkün her mevziye, ister istemez tamah ettiğinden; gerçekte “gönüldaş” olacakları en ileri yerleşik unsurları dahi kimi zaman, boğup dışarı savurmaktan geri duramayabiliyor ve toplumsal-ilerici-dengeleri, ister istemez bozup başkalaştırabiliyorlar. Kentlilerse bu durumu genelde hiç kavrayamıyorlar.
Solda bütünlük arayışları çerçevesinde, bu olguların iyi değerlendirilmesi gerekir, kanısındayım.
*
“Kentlilik” bir bakıma “örgütlülük” demek. Kent hizmetlerinden, yoldan, elektrikten, sudan, gazdan, toplu taşıttan, telefondan, v.b. araçlardan yararlanabiliyor olmaklığı içeriyor, “kentlilik”. Edinilen hizmetlerin bedelini ise; düzgün, oturmuş, “işi” karşılığı sağladığı gelirden karşılar, “kentli”...
O açıdan çoğu kentli, seçimden seçime oy verir; politize de olur; ama çoğunlukla, siyasi bir partide aktif olarak görev üstlenme eğiliminde bulunmaz.
“Göçer dinamikler”, böyle bir konumda değiller. “Kentli” olmadıkları için, “kentlilik örgütlüğünün güvencesi”nden uzaklar. Siyasi örgütlenme, onlar açısından asıl örgütlülük güvencesini sağlıyor.
Gözlemleyebildiğim kadarıyla, göçer dinamikler siyasi olarak, yerleşiklere oranla daha yoğun, daha bilinçli ve daha tavırlı olarak örgütleniyorlar.
Buna hayran olmamak mümkün değil. Çok çarpıcı bir “yaşam refleksi” bu.
Hayat koşulları çok zor olan göçer dinamikler için, siyasi olarak örgütlenmek; nispeten oturmuş kent koşullarındaki yerleşiklerin siyasal olarak örgütlenmelerinden elbette çok daha zor. Buna karşın göçer dinamikler, zoru başarıyorlar. Yöresel yahut etnik özellikler gibi, “toplumcu demokrasi” açısından ilk bakışta “olumsuz” sayılabilecek motifler bazında da olsa, örgütleniyorlar ve siyasete ağırlıklarını koyuyorlar.
Söz konusu motifleri, kaldı ki hiç de “olumsuz” saymadığımı..Tersine onları sosyo-politik açıdan alabildiğine değerlendirmemiz gerektiğini, düşündüğümü, ayrıca belirtmeliyim.
İş ve Nema..
Göçer dinamiklerin temel meselesi, “iş”tir. Göçer dinamikler ailelerine sağlıklı, mutlu hayat sağlamanın düzgün bir “işe” bağlı olduğunun, bilincindedirler.
Göçer dinamiklerden, “ilerici” nitelemesiyle andıklarım böyle bir bilinçledir ki; İlerici-yerleşik-dinamiklerin de sunduğu omuzdaşlıkla, yerel yönetimlere ve üst iktidara doğrudan yüklenme başarısını, geliştirebilmişlerdir. Esasen işte bu özellikleri, ilerici-göçer-dinamiklerin, “İlericilik” niteliklerinin bir ölçütü sayılabilecektir.
Burada dikkate getirmek istediğim, birkaç husus var:
Göçer dinamiklerin, iktidardan, “ağırlıklı” beklentileri “hizmet” değil, (yinelemeli) “iş”tir. İktidar, bir bakıma refleksle, asıl, “hizmet” sağlamak için değil, “düzenli bir iş” edinmek için istenmekte ve kovalanmaktadır.
“İş güvencesi” sağlanmışsa; işin gerektirdiği hizmeti sunma ya da edinilen iktidarı başarılı kılma, birçok açıdan sanki ikincil bir plana itilivermektedir. Meydana gelebilecek, toplumcu-demokrat-bir-iktidar-başarısızlığının ciddi bir “alarmıdır”, oysa bu..
Göçer dinamiklerin bir bölümü, sanayileşmenin serpilmesiyle beraber, civar fabrikalarda “işçi” olmaktadırlar. Bunlar klasik işçi-işveren, emek-sermaye pazarlık süreçlerine dahil olmakta; hayatlarını ve savaşımlarını böyle bir doğrultuda götürmektedirler. Ama görebildiğimiz kadarıyla göçer dinamiklerin birçoğu, özellikle yerel bir yönetimle siyasi ilişki içindelerse; “doğrudan” ya da “dolaylı” olarak yerel yönetim iktidarının sağladığı olanak, rant ve nemadan yararlanmaya, yönelmektedir. O zaman da, kestirmeden söylersek; “siyasi kavga” bir nevi, “kentsel nema” ya da “rant kavgasına” sıkışıvermektedir.
İktidar olan yerde, haliyle “nema” vardır.
“Meşru nema”nın, iktidarın sahiplerine “yasallık koşulu”yla, yönetilmesi doğaldır. Nedir ki, bireysel nemalanma, çağdaş-toplumcu-bir-iktidarın kitlelere sağlayacağı yararlılıkların önüne geçmemeli, onu aksatmamalıdır.
Bir diğer husus, göçer dinamiklerin önemlice bir bölümünün; seyyar köftecilik, işportacılık, pazarcılık gibi ilk bakışta “marjinal” görünen, ama kapsadığı nüfus itibariyle önemli bir kitleyi işaret eden, işler yapıyor olmalarıdır.
Sınıfsal Tahlil Çalışmaz Oluyor!..
Manzara bu olunca.. Genel bir sınıfsal tahlilin iyi çalıştığı toplumsal kesitler olduğu kadar; bilhassa göç keşmekeşi uzantısında iyiden iyiye zorlandığı ve iflas ettiği karmaşık toplumsal devinimlerin karşımıza çıktığını, anlamamız gerekiyor.
Özellikle bu sebepten, ülkemizde yekvücut bir “emek kesimi” bulunmuyor;
o Evet, sanayi bünyesinde emek ve sermaye, tabii ayrışıyor.
o Ama, bir defa emeğin tümü “sendikalı” değil. Hatta “sigortalı” olanların tümü, sendikalı değil.
o Bu arada memurun, “grev güvencesi” yok. Memur, bu yüzden sendikalı işçinin altında, bir sınıf oluşturuyor.
o Sigortasız işçiyse, milyonları buluyor.
o İşsizler de milyonları buluyor.
o Göçer dinamiklerin birçoğu, işaret ettiğimiz gibi, marjinal olarak nitelenecek işler yapıyorlar. Ama dehşetli ve çoğunlukla başarılı bir hayat kavgası veriyorlar. Bazen bakıyorsunuz, Kadıköy Meydanı’nda lahmacun satarak hayatını kazanan, o arada siyasi bilincini ve örgütlülük etkinliğini geliştirmiş göçer bir delikanlı; sendikalı-sigortalı-kalifiye-bir işçinin yakaladığından çok daha başarılı bir hayat düzeyi yakalayabiliyor.
Sayageldiğim, birbirine yakın toplumsal kategoriler ve daha niceleri, o zaman, beklenen ölçüde birleşemiyorlar.. Siyasi akrabalıklar geliştiremiyorlar.. Tersine göç dalgaları insan heyelanlarını kent varoşlarına taşıdıkça, bunlar birbirlerinden uzaklaşıyor, ayrışıyorlar.
Batı’nın pek alışık olmadığı “darmadağınık-karman-çorman-bir-sınıfsal-çatışmayı” ülkemiz, çok özgün boyutlarda yaşıyor.
İşte böyle bir açıdan bakınca “toplumun-ilerici-dinamiklerini” belirlemek, onları tanımlamak ve onların en etkin hangi birleşim oranlarında bir araya getirilmeleri gerektiğini, siyasi alanda çalışıp, hayata geçirmek, önem taşıyor.
*
“Toplumun-ilerici-dinamikleri”, hangi dinamiklerdir? Bu gerçekten zor bir soru. Bu soruya yazının başında kozmik bir açılımla bütünsellik kazandırmaya özen gösterdim. Şu var ki, toplumumuza güncel koşullarda eğilip, bu sorunun cevabını bölge bölge, kent kent, yerel özellikleri iyice değerlendirerek, oluşturmak; çağdaş-toplumcu-demokratların en temel bir görevi olarak çağrışıyor.
İlerici-göçer-dinamiklerle, ilerici-yerleşik-dinamiklerin; tutucu, banacı ve baskıcı statükoya karşı, omuzdaşlıklarını en akılcı ve coşkulu patlamalarla gerçekleştirmek, çağdaş-toplumcu-demokratların öndeki bir görevi olmak gerekir.
Bu noktada toplum-bilimcilerimizi, siyasal-bilimcilerimizi, öteki ilgilileri, öne çektiğim “tılsımlı-omuzdaşlık-ve-birleşim kıvamlarını” akademik olarak çalışmaya, davet etmek istiyorum.
İlerici Dinamikleri, Örgütlü ve Dengeli Kıvamlarda Siyasete Yansıtmak...
Bakın söz gelişi, Antalya’da “ilerici-turizmcileri,” Marmaris’te “ilerici-bal-üreticilerini”, İstanbul’da Üsküdar, Beylerbeyi, Sarıyer, Beykoz’da “İlerici-balıkçıları”, ilerici-göçer-dinamiklerle beraber sarmalayıp parti yönetim birimlerine yansıtamazsak, toplumun-ilerici-motorlarını harekete geçiren ve onlarla “senkronize” olan “ilerici-bir-partiyi” tam oluşturamıyoruz. Toplumsal karışıklığın, değişik bir sahnesini, siyaset alanımıza kuruvermiş oluyoruz.
Çağdaş-toplumcu-demokrat bir hareketin, bugünkü toplumsal yapımız itibariyle temel bir hedefi, toplum mozaiklerinin iç-örgütlenmelerine, ön açmaktır.
Gerçi biz istesek de istemesek de, bu bir bakıma oluyor.
Örneğin din bazında, tarikatlar da örgütleniyorlar.. Memleketlilik bazında, aynı bir ilden büyük kente göçenler de...
Ama mesele bu değil.
Mesele, “ilerici-bir-hareketin-motorları”, hangi toplumsal birimlerden oluşacaksa, onları bulup çıkartmak, bunların alt-örgütlenmelerinin önünü açmak ve onları, tabii demokratik süreçlerde, ama sistematik bir biçimde siyasi yönetim kademelerine yansıtmaktır.
*
Diyelim ki, “ilerici-bir-partinin” ilçe yönetiminde dokuz sandalye var. Bu sandalyelerden biri, “ilçe-işçi-temsilcisine”, biri “ilçe-kadın-temsilcisine”, biri “ilçe-gençlik temsilcisine”, biri “ilçe-esnaf-temsilcisine”, biri (olacaksa) “ilçe-hukuk-temsilcisine”, v.s. tahsis edilebilmelidir.
Yapılanmayı mahallelerden başlatmak, çok daha sağlıklı görünmektedir. Diyelim ki mahalle, ilerici-kadın-temsilcisini kendi içinden demokratik olarak seçer. Mahallelerin-ilerici-kadın-temsilcileri ise “ilçe-ileri-kadın-temsilcisini”, kendi arasından, yine demokratik olarak seçer.
*
Partinin diyelim ki, il yönetiminde on beş sandalye var. Burada da sandalyelerin mümkün mertebe adını koymak ve bunlar aracılığıyla il yönetimi katında hangi unsurların temsil edilebileceğini açık nitelemelerle belirlemek, çok önem taşıyor gibi, görünüyor.
İlerici-bir-partinin, genel merkez yönetim kademesinde de, sandalyelerin nitelemesini belirlemek; bunları “emeğin sandalyesi”, “kadının sandalyesi”, “gencin sandalyesi”, (o arada olacaksa) “hukukçuların-mühendislerin-esnafın sandalyesi” v.s. diye ayırmak, sözünü ettiğim tılsımlı-ilerici-kıvamları yakalayıp sürdürmek açısından, çok önem taşımaktadır.
Tıpkı biraz Bakanlar Kurulu’nda, işlevleri iyice belirlenmiş koltuklara, “bakan” görevlendirme, örneğinde olduğu gibi...
Kestirmeden “sağ partiler” olarak tasnif edilen siyasi partilerimiz; çeşitli kurumsallık ya da örgütlülüklerin üst ve doğal bir örgütü olarak, oluşuyorlar. Bakın örneğin, bir fabrika sahibi olmak, belli bir örgütlülüğün başı olmak, demektir. Fabrika sahipleri aynı bir siyasi partide birleşince; onların yöneldikleri parti, zaten örgütlülüğü temsil eden konumlarının “üst-örgütlülük” aracı oluveriyor.
Durum oysa, ülkemizdeki yığınlar, özellikle göçer dinamikler açısından hiç böyle değil.
Yığınlar, göçer dinamikler örgütlenemeseler ve siyasi bir çatı altında toplanamasalar, çoğunlukla “yapayalnız” kalacaklardır. Bu açıdan sendikalaşma ve öteki kurumsallaşmalar yanı sıra, siyasi olarak örgütlenme; yığınların, o arada ilerici-göçer-dinamiklerin, biricik (siyasi) güvencesi olmaktadır. Onları “başıbozuk-toplumsal-kapışmalarda” heba etmemek ve toplumsal-ilerici-devinimlerin motoru kılmak, ilerici-bir-partinin, temel bir misyonu olmak durumundadır.
*
Kanımca, ne ilerici-göçer-dinamikler olmaksızın ilerici-yerleşik-dinamikler statükoya karşı başarılı olabilirler.. Ne de ilerici-yerleşik-dinamikler olmaksızın, ilerici-göçer-dinamikler, yeterince özgürleşip serpilebilirler.
Bu iki dinamiğin tarihten kökler alarak, yaşayagelmiş “tılsımlı-olumlu-kıvamlarını” günün koşullarıyla yoğurup yakalamak ve “ilerici siyasetin”, muhakkak, “motoru” kılmak gerekiyor.
Yazının ön kısmında Robin Hood, Fransız İhtilali, Ulusal Kurtuluş Savaşımız, Ortanın Solu Hareketi gibi, yakın-uzak örneklerle çözümlemeye çalıştığımız “tarih”; hem de milyarlarca yıllık görkemli oluşumlar uzantısında, işte bize sanki böyle bir “ders” veriyor.
*
Bu aşamada yazının bütünselliği açısından, iki noktayı daha aydınlatmalıyım.
Göçerlerin Partilere Dağılımı
Bunlardan birincisi değerli bir sosyolog arkadaşımın, SHP’nin 20 Ekim 1991 seçiminde düşük başarı göstermesine yönelttiğim, “Parti içinde ilerici-göçer-dinamiklerle ilerici-yerleşik-dinamiklerin kavgasına ve partinin üstüne oturması özlenecek toplumsal zeminde göç patlamasıyla meydana gelen hırpalanmaya” ilişkin çözümlememe getirdiği, eleştiridir.
Değerli sosyolog arkadaşım, özellikle büyük kentlere tutunmaya çalışan göçer dinamiklerin çoğunluğunun SHP’ye yönelmediğini; önemli bir kısmının ANAP’a ve Refah Partisi’ne yöneldiğini; bir kısmının o arada DSP’ye kaydığını, belirtiyor ve çözümlememe, tabii üzerinde durulası karşı-argümanlar sıralıyordu.
Göçer dinamiklerin, partiler-arası dağıldığı, bir olgudur. Son genel seçimde de, örneğin İstanbul’da ANAP’ın, bu arada Refah Partisi’nin birçok bölgede, SHP’nin önüne geçmesinde, göçer dinamiklerin gerçekten önemli etkileri olmuştur. Yersizlik, ayrıntıya girmeme el vermiyor.
Ama şu kadarını belirtmeliyim ki, kentlerde SHP’ye yönelen göçer dinamiklerle, öteki partilere yönelen göçer dinamikler arasında, ciddi bir “karakter farklılığı” vardır.
SHP’ye yönelen göçer dinamikler, çoğunlukla kenti ve üst iktidarı “doğrudan” yönetmeye talip, oluşumları, işaret etmektedir. Kabaca ifade edecek olursak, öteki partilere yönelen göçer dinamikler, böyle bir özellik taşımaz. Örneğin ANAP’a Sarıgazi’den verilen oylar, yerleşik ANAPlılar’ın yöre insanına sundukları vaatler uzantısındaki bir siyasi alış-veriştir. Yani, bu oylar, tabii ağırlıklarını hissettirmektedirler.. Ama “önderliğe”, “doğrudan-talip-oluşumlardan” ayrıdırlar.
Onun için ilerici-göçer-dinamikler, tam bunlar değil.. Esas, ötekiler, doğrudan kent yönetimine, hatta üst yönetim ve önderliğe, (coğrafi-konumları itibariyle, iyice gerilerden) talip olanlardır.
Bu birinci noktaydı.
DSP...
İkinci bir nokta DSP olayını, açıklayageldiğim çözümlemede çerçevesinde nasıl değerlendirdiğimdir.
SHP’de, kestirme deyişle, ilerci-göçer-dinamiklerle ilerici-yerleşik-dinamiklerin kavgası, bu partinin kendisine yönelen özlemleri sarmalamasında “mecalsizliğe” yol açmış.. Böylelikle “özlem taşması” partinin dışına, DSP’ye yönelmiştir, denilebilir.
DSP önderinin birikimlerinin ve karizmasının bunda tabii rolü vardır.
Ama asıl, göç patlamasıyla meydana gelen ve SHP’nin iç-kavgası dolayısıyla tam sarmalayamadığı “özlem taşması”, temelde DSP’yi besleyen etmen olmuştur.
Bir parça ayrıntıya inilirse, DSP’ye SHP’den özellikle Trakyalı ve Kafkasyalı “göçmen dinamiklerin” koyduğu ya da esasen bunların DSP’de yapılandığı, görülebilir. Bunlara “göçer” değil de “göçmen” deyişimin nedeni, “kentte yerleşikleşme” fiilini ötekilerden, çeşitli nedenlerle daha hızlı gerçekleştirmelidir. Trakyalı ve Kafkasyalı göçmenlerin Doğu kökenli göçer dinamiklerle ara ara doku uyuşmazlıkları sergilediği ayrıca görmezden gelinemeyecektir.
CHP, Tarih Oluşturmak Üzere Açılmalıdır!..
Şimdi söz konusu gözlemler ve yorumlarla, CHP olayına dönmek istiyorum.
Bir defa, CHP’nin siyasi yaşama yeniden dönmesinin önünü açanları, başta Sayın E. İnönü olmak üzere, kutlarım. CHP’nin, keza kapatılan öteki partilerin açılmasıyla, yalnız bir “demokrasi ayıbı” ortadan kaldırılmamış; aynı zamanda siyasi partilerimizi kapatanlara, on yıl sonra da olsa, ders verilmiştir.
Diğer yandan. CHP’nin tüzel kişilik kazanmasına yönelik üstün gayretler sarf eden yöneticileri, değerli dostları, başta Sayın E. Tuncer olmak üzere kutlarım.
9 Eylül 1992 CHP Kurultayı’nda Genel Başkan olan Sayın D. Baykal ve onunla birlikte seçilen çalışma arkadaşlarını da kutlar, kendilerine gönülden başarılar dilerim.
Şu var ki SHP’den CHP’ye yönelenler, yukarıda ifade ettiğim gibi, daha ziyade ilerici-yerleşik-dinamiklerdir.
Kaygım o ki, CHP ve SHP; SHP’de daha önce yaşanagelen ilerici-göçer-dinamiklerle ilerici-yerleşik-dinamiklerin, hırçın kavgasına, bu kez iki partinin karşı karşıya saflarında olarak sahne olacaktır.
Böyle bir gelişmenin eğer önü alınmazsa; sonuç şimdiden, kim ne derse desin, “hüsran” olur*.
İlk yerel ve genel seçimde SHP ve CHP karşı karşıya olarak, %12, %13 gibi çok üzücü oy oranlarına sıkışıverirler.. Bugünkü seçim yasasıyla, toplam 25-30 milletvekili çıkartırlar. Demek ki, %25’lik toplam bir oy oranıyla Meclis aritmetiğinin 20’de 25’de birine daralırlar! Yerel yönetimleri de, “fiyasko” denilebilecek bir sonla, kaybederler.
Böyle bir faturanın hesabınıysa, önderlik konumundaki kimse veremez.
Umarım yanılıyorumdur.. Ama şimdilik gidiş, bu gidiştir.
Eğer böyleyse..
Ne SHP’liler CHP’nin örneğin bir Güven Partisi olup eriyeceğini sanmalıdırlar. Ne de CHP’liler SHP’yi yenip tüketebileceklerini, düşünmelidirler.
İkisi de olmaz. Olacak olan; CHP ve SHP’nin; kestirmeden ifade edersek, ileri-göçer-dinamiklerle ilerici-yerleşik-dinamiklerin; beraberce toplumun “ilerici motoru” olacak yerde, birbirlerini heder edip, hatta belki %10’luk genel barajda tüketebilecek olmalarıdır.
Demek ki, başka türlü yönelişlere ihtiyaç var.
SHP’nin Temmuz 1991 Kurultayı’nda:
-Kendi içimizde bütünleşmez.. Bunun da ötesinde bir Kurultay iradesiyle, dışımızdaki çağdaş-toplumcu-demokrat unsurlarla bütünleşmeyi başaramazsak, falımızın kapalı olduğunu, dikkate getiriyordum.
* Bu öngörünün şimdi değil, Eylül 1992 ‘de yapıldığına dikkat ediliyordur.
Keşke yanılsaydım. Gelişen birçok güzelliğe karşın, pratikçe hala aynı noktadayız.. Üstelik daha kaygı verici çizgilerle...
Çağdaş-toplumcu-demokrat kesim ülkede güçlü olmayınca, yani yığınların iradesi siyasete yansımayınca, ülkemiz ve bölgemiz kendisine dışarıdan dayatılan olumsuz misyonları daha kolay üstlenir oluyor.
Toplum faşizan militarist, gayri insani, gayri adil, emperyalist kabuslara sürükleniyor, saplanıyor.
Tarih çatamıyor, silik bir figüran oluyor!..
Böyle bir akıbete boyun eğemeyiz.
*
Sosyal zıtlıklar, ülkemizde görebildiğimiz kadarıyla yirmi-yirmibeş yıl öncesine oranla daha da artmıştır.. Nedir ki “demokratik-sol-muhalefet-ve-etkinlik” özlenen ölçüde ferahlık sağlayamamaktadır.
Önceleri “umutlar” vardı. Dağa taşa, bayrak bayrak yazılırdı.
Bir yandan “Dünya’da sol bitti”, yaveleri.. Diğer yandan yazı boyunca anlattığım kapışmaların gagalamasıyla, umutlar, ilmik ilmik çözüle-koyuldu.
Sevgisiz ve bencil, hatta yer yer alabildiğine “barbar egemenler”, cihanda tek başlarına at koşturma isterilerinde.. Nice masum yuvaya, nice mazlum yurda, nice çaresiz sevgi yumağına, nice özlem pınarına, kendilerine göre icat ettikleri yanar-döner ölçütlerin tekmeleriyle ateş kusmaktan geri durmuyorlar.. Nice görkemi, nice canı “talaş” edip zifir kabusların uçurumlarına, göz kırpmadan yuvarlıyorlarsa.. “Soylu yığınlar”, tarihte kaç örneğine rastgelindiği gibi “bilinçle” örgütlenip, kendilerini “kömürleştirme saldırılarını” kahramanlıklarla aşarlar ve “huzur-dolu-cennet-düzenliliklerin”, çiçek çiçek, mimarı olmaya koyulurlar.
Bizim yerimiz; yurtta,cihanda, kaotik gazapların zincirlerinden kurtulup özgürleşmek, üretici, yaratıcı olmak, barış içinde insanca yaşamak isteyen yığınların, yanıdır.
Şu var ki, işte “demokratik mücadelenin” zemini bugün olduğundan, çok daha “sağlam”, çatılmalıdır.
Teslimiyetçiliğe, edilgenliğe, yılgınlığa burada yer yoktur.
“Umut”, ülkemizde bundan önce yığınların reaksiyonuyla muhalefete itilmiş, eski iktidar unsurlarına, yönelecek değildir ya!..
Sosyal zıtlıklar arttıkça, “sol arayışlar”, tabiatıyla önem kazanır.
Bugün, böyle bir evredeyiz.
Ama, özlemleri, alabildiğine coşkularla sarmalayacak bir “siyasi makineye” (tüm çabalara ve katkılara dönük, saygıyla ifade ediyorum), tam sahip değiliz.
Özellikle Türkiye’de ezilenden; yaşamı acıdan çözemeyenden; daha özgür, daha üretici, daha insan olmak isteyenden, yana, toplumcu-ilerici-dinamiklerin yapacakları, çok şey vardır.
Bütün bunları CHP yeniden açılmadan önce, geçtiğimiz Ağustos ayının başında dile getirmiş, ilgili dostların dikkatlerine sunmuştum (11).
Dediklerime şunları eklemekteydim:
- CHP bir formalite ya da salt SHP’den uzaklaşmak isteyen, çoğunlukla yerleşik dinamiklerin, sığınağı ve siyasi aparatı olmamalıdır. SHP’de, esas olarak, salt göçer dinamiklere sıkışmamalıdır. CHP, tarihin yörüngesini değiştirmiş bir siyasi kuruluşun adıdır. SHP, CHP, DSP ve öteki çağdaş-toplumcu-demokrat unsurlar, ülkemizdeki ilerici dinamikleri, beraberce harekete geçirmenin.. Ülkede, bölgede ve dünyada güller açmasına omuz ve katkı verecek bir siyasi hareketin mimarlığını beraberce üstlenmenin, eşiğinde olmalıdırlar. Tarihe figüran değil, tarih olmak, tarih yapmak ve onunla övünmek, çağdaş-ilerici-toplumcu-dinamiklerin onuru olmalıdır...
CHP 9 Eylül 1992’de yeniden açıldı. Sevincimiz buruk.
SHP’nin Temmuz 1991 Kurultayı sürecinde, Genel Başkan adayları E. İnönü, D. Baykal’ın, partinin üstüne oturması beklenecek iki temel kesimin, ayrı ayrı önderliklerine sıkıştıklarını, o nedenle de “partinin önderi” olma niteliğine sahip bulunmadıklarını, içtenlikle, dikkatlere sunmuştum. Sayın E. İnönü öyle bir niteliği, maalesef yarı yarıya yitirmişti. Sayın D. Baykal ise o niteliği yarı yarıyadan fazla, bir türlü, geliştirememişti.
SHP’nin Temmuz 1991 Kurultayı’nda şöyle diyordum:
- Parti aylardır söylediğim ve şimdi burada izlediğimiz şekilde bir kilitlenmişlik sergiliyor.. SHP eğer bildiğimiz kurgulardan biriyle yola devam ederse genel seçimi de, sonraki yerel seçimleri de korkarım kaybeder.. Onbinlerce aktif partilinin, tırnakla toprak kazarcasına sürdürdükleri uğraşı, hepsi hepsi yüz kişinin milletvekilliği için yapılacak kavgaya indirgemeye, kimsenin hakkı yoktur... Bir tarafın öteki tarafı tasfiye ederek galip çıkmasının, bu partiye zarar getireceğini ne zamandır, öngörmekteyim. Zihnimde aylardır gelişen endişe, işte iki gündür, tam burada yaşadığımız tablonun telkin ettiği, endişedir... Bu çerçevede sormak istiyorum, Sayın İnönü ya da Sayın Baykal karşılarındaki partinin birer yarısına karşın, düşegiden oylarımızı yükseltmeyi, nasıl başaracaklardır? Partiyi nasıl bütünleştireceklerdir? Eğer kendi içimizde bütünleşmezsek; yetmez, bunun da ötesinde tüm çağdaş-toplumcu-demokratlarla bütünleşemezsek, bizim kesimin falı, uzun süre kapalı görünmektedir.
Şimdi doğrusu, Sayın Baykal’a sormalıyız:
- İşte olmadı.. CHP’ye Genel Başkanı olmanız ne kadar hoşsa; SHP’den, arkadaşlarınızla birlikte kopmak zorunda kalmanız, o kadar olumsuz değil mi?..
Sayın E. İnönü’ye de sormalıyız;
- SHP’de Sayın D. Baykal’ı üç kez arka arkaya yenilgiye uğratmanız ne ölçüde bir başarıysa; partinin bir yarısına rağmen, sonuçta da yarının belki önemli bir kısmının partiden kopması pahasına, bir doğrultu tutturmanız, olumsuz değil mi?..
Şimdi Ne Olacak?
Dikkate getirdiğim uyarı ve gelişmeler, demokratik solun -yanılmayı dileyerek ifade ediyorum- ciddi bir açmazla karşı karşıya olduğunu, işaret etmektedir.
SHP, CHP ve DSP şimdi umarız, birbirlerini hırpalamadan, yarışacaklar, güzellikler üretmeye özeneceklerdir.
Ben CHP kültürü içinde büyüdüm, ama, SHP’nin Kurucu Üyeleri’nden biriyim; siyasi yaşama öyle başladım. Son Kurucu, kalıncaya kadar, ben SHP’liyim.
*
SHP’yi şimdi, tarihi bir görev, bekliyor.
Baştan beri anlattıklarım uzantısında, örgütlerini, toplumun ilerici dinamiklerinin üstüne, bugüne kadar olduğundan çok daha sağlam, yapılandırmak.. Bu uğurda, bir “sosyal mühendislik” çalışması gerçekleştirmek...
Böyle bir başarıyı yakalamaya, en yakın, kanımca SHP örgütleridir.
SHP’ye düşen diğer bir önemli görev, yerel yönetimlerinin ortaya çıkarttığı güzelim yapıtların halka daha çok maledilmesine yardımcı olurken; onların birçoğundan kaynaklanan olumsuz izlenimlerin üstüne, cesurca gitmek ve bu alanda belirgin sonuçlar olmaktır.
Keşke olmayaydı, ama; SHP’den CHP’ye gidenlerin, SHP’ye sağladıkları yarar; bu partinin bir iç-muhasebe, öz-eleştiri yapıp; sıra sıra; yerel yönetim mevkilerine, tepe yönetimine ve iktidar görev noktalarına kadar dinçleşmesine (dolaylı da olsa) katkı sağlamak olmaktadır.
Örgütlerin temel bir görevi “alternatif kadroları” hazırlayıp, göreve taşımaktır.
SHP şimdi, bunu yapacak; daha sonra da dilerim, soldaki bütünleşmenin bir öncüsü ve durakbaşı olacaktır.
Göreceğiz...
*
Demin..
- Bizim yerimiz; yurtta, cihanda, katoik gazapların, zincirlerinden kurtulup özgürleşmek, üretici, yaratıcı olmak, barış içinde insanca yaşamak isteyen yığınların, yanıdır, demiştim.
Yazının başında dikkate getirdiğim milyarlarca yıllık galaktik ve atomistik “ilerici devinimlerle”, yeryüzünde özdeşlik sergilemek, “ilerici insana”, yakışır davranıştır.
Ne mutlu o insana!..
KAYNAKLAR
1. T. Yarman, “İnsan Kendi Özü Kaosa Geri mi Dönüyor”?, Cumhuriyet Bilim Teknik, 29 Aralık 1990.
2. T. Yarman, “Temel Parçacıklardan Canlıya, Düşünceye, Duyguya, Maddenin Halleri”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 29 Haziran 1991.
3. T. Yarman, “Çevre Kirliliği Kaçınılmazlık Değildir”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 11 Ocak 1992.
4. T. Yarman, “Uzaysal Düzen, İyilik, Kötülük”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 29 Şubat 1992.
5. T. Yarman, “Akıl, Evren Bilincinin Gerisindedir!”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 20 Haziran 1992.
6. T. Yarman, “Türler Arasındaki Acımasızlık, Irkçı Milliyetçilik ve Uzaydaki Yalnızlığımız”, Cumhuriyet Bilim Teknik, 18 Temmuz 1992.
7. T. Yarman, “Tarihe Yenik Çıkmayalım”, Sosyal Demokrat Gazete, 25 Aralık 1991.
8. T. Yarman, “Sosyal Demokrat Zemin Yeniden Tanımlanmalıdır”, Cumhuriyet, 28 Ocak 1992.
9. T. Yarman, “Sosyal Demokrasinin Türkiye’deki Çıkmazı”, Sosyal Demokrat Gazete, 26 Şubat 1992.
10. T. Yarman, S.B.Yarman, F.A. Yarman, “Teknoloji: Dünya ve Türkiye”, Rapor, TÜSES, Ekim 1989.
TEŞEKKÜR
SHP örgütlerine, bana sayamayacağım kadar çok şey öğretmiş olmaklıklarından dolayı, gönül dolusu teşekkürler sunuyorum.
Yazıdaki siyasi birçok çözümlemenin olgunlaşmasında, burada adlarını ayrı ayrı anmazsam beni bağışlayacaklarına güvendiğim birçok arkadaşımın, değerli katkıları olmuştur. Onlara sınırsız, teşekkürler borçluyum.
*
Yazıyı her zamanki özenle, sözden yazıya ve yazıdan okunurluğa kavuşturan Sevgili Ayşegül Sevinç’le Gönül Coşkun’a, ayrıca, teşekkürler ediyorum.
Son Yorumlar