« ÇOK KATMANLI, KAOTİK GÖÇER, YERLEŞİK AYRIŞMASI | SHP GENEL BAŞKANI SEÇİLİRSEM... » |
SOSYAL DEMOKRAT DERGİSİ'NİN SORULARINA CEVAPLAR
Yazılar, Siyasi İçerikli Yazılar
|
|
SOSYAL DEMOKRAT DERGİSİ'NİN SORULARINA CEVAPLAR |
...
1. SHP genel başkanlığı için aday olmanızı belirleyen parti içi ve parti dışı temel öğeler nelerdir?
2. Partide genel başkanlığa seçilmeniz durumunda Mart 1994 genel yerel seçimlere yönelik temel stratejiniz ne olacaktır? Seçimlerde nasıl bir sonuç elde edilebileceğini düşünüyorsunuz? Genel başkanlığınızın ertesinde kısa ve orta erimde varolan koalisyon hükümetine dönük tavrınız ne olacaktır?
3. Sosyal demokrasinin bulunduğu konumu aşarken çok tartışılan sağa kayma ya da daha köktenci bir sol siyaset izleme doğrultusundaki görüşleriniz nelerdir? Ekonomiyi, çalışma yaşamını, özelleştirmeyi nasıl tanımlayacaksınız?
4. Bugünkü anayasa ve devletin temel yapısını değiştirmek sol siyasetin gelişmesi açısından gerekli midir? Bu yöndeki önerileriniz kurum somutunda (MGK, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi) nelerdir?
5. SHP’nin yeni bir parti kimliği kazanması, yeni bir örgüt yapısına kavuşması, özellikle büyük kentlerde yeni bir seçmen kitlesiyle bütünleşmesini zorunlu görüyor musunuz? Bu anlamdaki gelişmeleri, sosyal demokrat ideolojide, yeniden tanımlamaya giderek mi sağlayacaksınız?
Not: Yanıtlarınızı en geç 15 Ağustos 1993 kadar bir fotoğrafınız ile alırsak çok seviniriz.
SOSYAL DEMOKRAT DERGİ
Adres : Hoşdere Cad. 168/1 Yukarı Ayrancı / ANKARA
YANITLAR
1. Parti Genel Başkanlığı’na, “aday adaylığımı” bu aşamada açıklamış değilim. “Aday” değil de “aday adayı” dememin nedeni, malum, SHP Tüzüğü uyarınca, “aday” olmak için belli sayıda “delege imzasına”, ihtiyaç bulunmasıdır. SHP Genel Başkanlığı’na önümüzdeki Kurultay’da “aday” olacak mıyım, onu da bilemiyorum. Ama SHP Genel Başkanlığı’na adımın konuşulduğu, evet, bir vakıadır. Sorunuzu, bu çerçevede yanıtlamak istiyorum.
SHP Genel Başkanlığı’na adımın konuşulmasındaki en önemli etken, sanırım, iki yıl önceki, 1991 SHP Kurultayı’nda Parti’nin ve Türk Solu’nun, bugünlere sorunlar içinde sıkışacağını öngörerek, Genel Başkanlığa aday olmaya, yönelmemdir. Yönelişimde, bir “heves” ya da bir “ihtiras” söz konusu değildir. Partideki “politika ustalarının” önüne sıçrama gibi bir eğilimimse, hiç, söz konusu değildir. Şu var ki, o günlerde, özellikle SHP’de, genelde Türk Solu’nda, siyasetin nasıl olup da “kilitlendiğine” dair “somut tezleri” ve buradan “çıkış yollarını” arkadaşlarımla beraber dikkate getirmekteyimdir. Genel Başkanlık itibariyle, bir “birikim” ya da bir “yüreklilik” noksanım, ayrıca yoktur. Böyle olunca, şahsım dolayında yoğunlaşan özlemleri geriletemeyerek, daha o günlerde, genel Başkanlığa aday olmaya sıkışmaktayımdır.
Bu sorununuzun temel bir yanıtı olarak, Temmuz 1991 Kurultay konuşmamı, ekte dikkatinize sunuyorum*. O konuşmamda somutlaşan tüm teşhislerin, ne kadar isabetli olduğu; özellikle bugünlerden geriye doğru bakılınca, takdir edilecektir.
Şimdi, solda “birleşme” veya “bütünleşmeden”, söz ediliyor. Ama görüleceği gibi, daha 1991’de ortaya çıkıp, solun, özellikle de SHP’nin nasıl olup da “parçalanmaya” sürüklendiğini, açık yüreklilikle, biz ortaya koymuşuz. Şahsım dolayına yığılan özlemleri temsilen, ben, bir adım ileri çıkıp, bugünlere dönük “fevkalade isabetli ve tarihi uyarılarda” bulunmuşum. Böyle bir gelişme, ister istemez bugün bana bir “misyon” yüklüyor, inancındayım.
Derin bir iyi niyet ve saygıyla ifade ettiğimden kuşku duyulmayacağına güvenerek, şu düşüncelerimi, dikkate getirmek ihtiyacındayım:
* Konuşma metni, bu kitapta, kronolojik yerindedir.
o Genel Başkanlığa adı geçen değerli arkadaşlarımın hiçbiri, Parti’nin ve Türk Solu’nun bu günlere sıkışacağını, evvelce öngörmüş değillerdir.
o Ama eğer böyle bir yönde kaygı duydularsa, buna bağlı bir tavır alarak, “uyarı görevlerini” yerine getirmiş değillerdir. Mevcut yapılar ve sürüklenmenin “hipnozunda”, “taraf” olmuşlar; bunu “kırmak” üzere herhangi bir girişimde, bulunmamışlardır.
o Diyelim ki bunlar olamadı. Genel Başkanlığa adı geçen değerli arkadaşlarım, şimdi, bugüne nasıl sıkışıldığına dair bir “tahlil” de geliştirmiş değillerdir. Oysa, Türkiye’de “insan hareketlerinden” dolayı, özellikle de “ilerici kentli dinamikler”le “kentlileşmeye çabalayan ilerici göçer dinamikler” arasındaki sürtüşmeye bağlı olarak, SHP’nin nasıl olup da “bölünmeye” sürüklendiğini, yıllar öncesinden itibaren, ben ve arkadaşlarım ifade edegelmişizdir.
o Genel Başkanlığa adı geçen arkadaşlarım, beni anlayışla karşılasınlar; SHP’nin “parçalanacağını” öngöremedikleri bir yana; şimdi sıkıştığımız konumdan nasıl çıkacağımıza dair bir “tez”; bunun da ötesinde çağdaş-toplumcu-demokrat solun nasıl bütünleştirileceğine dair, (benim bildiğimce) bir “sentez” de önermiş değillerdir.
O Daha önemlisi, Sayın İnönü eğer Genel Başkanlık’ta kalmak isteseydi, Genel Başkanlığa adı geçen değerli arkadaşlarımdan hiçbiri, korkarım Genel Başkanlığa aday olma “cesaretine” de sahip olamayacaklardır.
Bütün bu olgular, sanıyorum ki, Genel Başkanlık yarışında, şahsıma fevkalade özel bir “misyon” yüklüyor.
*
Bu arada, şunu da kaydetmek istiyorum:
SHP Türkiye’nin Doğusu’yla Batısı’nın, Kuzeyi’yle Güney Doğusu’nun “bütünlüğünün” güvencesidir. Öteki partiler Doğu’ya çoğunlukla, asimetrik, dayatmacı, tepeden, faşizan, eşitlikçi olmayan, yaklaşımlarla yönelmektedir. SHP, bunların tersine, ülkenin Doğusu’na dayanışmacı, insancıl, sosyal adaletçi ölçütler çerçevesinde yönelmeyi, hedeflemektedir. Onun için SHP’nin “dirliği”; çağdaş-demokrat-solun “bütünlüğü”; bunun da ötesinde “ülkenin bütünlüğü”, demektir.
Düşünce arkadaşlarım ve ben, bu yöndeki kaygılarımızı, yıllar önce şekillendirmiş olarak, Parti kamuoyunun ve Türk kamuoyunun dikkatlerine sunageldik. Bildiğimce, SHP Genel Başkanlığı’na adı geçen öteki adayların; söz konusu alanda, ciddi bir “çıkışları” ya da “tezleri” olmamıştır. Bütün bu gelişmeler, dediğim gibi, SHP Genel Başkan adaylığı itibariyle şahsıma sanırım, “tarihi bir sorumluluk” yüklemektedir.
*
Bu sorunuzun “ikinci bölümüne” ilişkin olarak, şunu eklemek istiyorum:
1991 SHP Temmuz Kurultayı’nı izleyen “sosyal demokrat dış gözlemciler”, orada, en “objektif mesajı”, benim konuşmamın verdiğini ifade ederek, beni yüreklendirmişlerdi. Bu yargının, geçen süre uzantısında doğrulandığını görmekten, kıvanç duyuyorum.
2. Mart 1994 Yerel Seçimi’ne muhakkak, “solu” bir ölçüde olsun “bütünleştirerek” girmemiz gerekiyor. Bu arada özellikle, gerek SHP gerekse de CHP kanadında olsun, yerel yönetimler çerçevesinde, “erdem imgemizi” hasara uğratan olumsuz özne ve gelişmelerin, muhakkak, yakasına yapışıp bunları kararlılık ve kesinlikle, bünyemizden ayıklamamız gerekiyor.
Solun hiç değilse “kısmi” olarak bütünleşmesine dönük genel stratejimiz şudur:
o DSP’yi başta da Sayın Ecevit’i behemal bütünleşmeye ikna etmek kolay görünmüyor. Önceki çalışmalarımda da ifade ettiğim gibi, Sayın Ecevit’in başında bulunduğu DSP, baştan beri Anadolu içlerinden büyük kentlere “göçler” uzantısında, SHP’nin sarmalayamadığı “özlemlerin” bir “alternatif sığınağı” olarak, karşımıza çıkıyor.
o Böyle bir çerçevede, demek ki, DSP bir tarafa bırakılırsa; öncelikle SHP ve CHP’nin bütünleşmesi, önem taşıyor. Burada, “sorunlar” olduğu ortada. Şimdiki CHP, “Birleşme adresi CHP’dir”, diyor. Ama SHP bu öneriyi ciddiye almıyor; “CHP bize gelsin, biz CHP adını alalım” diyor. Buna da, tabiatıyla, CHP yanaşmıyor. Öyleyse, SHP ve CHP’nin birleşmesi nasıl olacak? Buna dönük olarak, arkadaşlarımla geliştirdiğim “somut tez” aşağıdaki gibidir.
o SHP, özellikle de CHP “bütünleşmeden” önce, nasıl olup da ayrıştıklarına dair samimi bir “tahlil” ve “özeleştiri” yapmalıdır. Böylelikle “bölünme nedenleri” yahut “bütünleşme yönündeki engeller”, belirlenebilecektir.
o Bundan sonra örneğin, “Demokratik Halk Partisi”, adıyla “geçici” bir “tabela partisi” kurulur. Bunun yanı sıra, SHP ve CHP yöneticilerinden oluşan “kurucu bir ekip”, Demokratik Halk Partisi’nin “yapısını”, genel merkezdeki görevlerden başlayarak ilçe yönetim kutularına varana kadar, isimlendirir. Böylelikle, söz konusu Demokratik Halk Partisi, yukarıdan aşağıya, isimler bazında, şekillenir. Hemen kaydedeyim ki, burada “toplumun ilerici motorunun” ne olduğunun tanımlanması ve böyle bir tanımın “ilerici bir partinin” yapılanmasına izdüşürülmesi, fevkalade önem taşımaktadır. Hal-i hazır sorunumuz, nitekim, “Türk toplumunun ilerici motorunu” tanımlamak ve bunu “siyasi” açıdan, yapılandırmadaki, sorundur. Birçok çalışmamda belirttiğim gibi, ülkemizdeki “insan hareketlerinin” tahlilinde sergilediğimiz “yetersizlik”, sözünü ettiğim türden yapılanmaya “köstek” olmuştur. Bu çerçevede geliştirdiğimiz düşünceleri (“CHP Açılırken Solda İnsan Hareketleri”, “Çok Katmanlı, Kaotik Yerleşik-Göçer Ayrışması”), dikkatinize, ekte ayrıca sunmaktayım*.
Kısaca örneğin; Demokratik Halk Partisi adıyla, açılacak yeni bir partide; SHP ve CHP yöneticilerinin çabalarıyla; taa tepeden, ilçe yönetim birimlerine kadar şekillenecek yapılanmayla, toplumun “ilerici motoru” (özellikle SHP ve CHP bazında olarak) siyaseten yoğrulabilecektir.
Bundan sonra, CHP yöneticileri, istifa ederler; SHP kendi kendini fesheder; Demokratik Halk Partisi ise, mesela, öznelleştirilmiş yapısıyla “CHP” adını alır. Böylelikle de, en azından SHP ve CHP, toplumun kendi “ilerici bazları” üzerinde, bütünleşmiş olurlar.
*
Mart 1994 yerel seçimine yönelmedeki “temel bir stratejimiz”, işte bu olmalıdır.
Böyle olursa, çok “coşkulu” bir kampanya yaşayacağımızı, ümit ediyorum. Böyle olmazsa, “hüsran” doğar. Soldaki üç, hatta dört parti (SHP, CHP, DSP ve HEP), birbirlerini boğarlar. Buysa,benim “kimsesiz yığınlar” dediğim kitlelerin, sonu olur. Türkiye’nin Doğusu’yla Batısı’nın “çekişmesi” ve
* Söz konusu çalışmalara, bu kitapta yer verilmiştir.
( ağızdan yel alsın) “bölünmesi” sonucunu, doğurur. Böyle bir gelişmeyse; ne zamandır ifade ettiğim gibi: Türkiye’yi, dışarıdan bakılınca daha çok “kestirilebilir”, dolayısıyla kendisine dışarıdan dayatılan “olumsuz misyonları” daha çok uygulamaya “memur”, bir sıkışıklığa, sürüklemektedir.
*
Bu çerçevede, koalisyonla ilgili sorunuza da, cevap vermeliyim.
SHP koalisyonda, ara ara çok güzel şeyler yapmakla beraber, “sağın dayatma altındaki bir yedeği” konumuna, düşmektedir. “Her ne pahasına olursa olsun”, koalisyonda kalamayız. Koalisyonda, bugünkü konumda kalmak korkarım, son toplamda “yıpranmamıza” sebep olmaktadır. Önümüzdeki genel seçime, hatta bundan önceki yerel seçime, “koalisyon ortağı” olarak gidecek olursak; kamuoyuna koalisyon ortağımızın söylediğinden “farklı”, nasıl bir “mesaj” verebileceğimiz konusunda, ciddi bir “sıkışıklık” yaşayacağımız, ortadadır.
Dolayısıyla, demin ifade ettiğim gibi, “solda bütünleşmeye” yönelik “akılcı” ve “coşkulu” adımlar atabilmemiz halinde, sanırım, “koalisyonu” sürdürmemiz değil; onu bozup, “kişilikli bir muhalefet” geliştirmemiz, çağdaş-toplumcu-muhalefet ve bunu izleyecek iktidar çalışmaları açısından, “hayati bir önem” taşımaktadır.
Genel Başkanlığa seçilmem halinde, kısa ve orta erimde koalisyon hükümetine dönük olarak tavrım, işte budur.
3. Bence “Marksizm”, “sömürünün matematiği”dir. “Sömürü” olduğu sürece bu matematik geçerlidir. “Dünyada solun çöktüğü” savlarına itibar etmemiz mümkün değildir. Evet Doğu Bloku’nda (benim de özünde hiç katılmadığım) bir “sol uygulama”, devrini tamamlamıştır. Ama bu, solun çöktüğü, ya da Marksist tahlil yahut bunun gereklerinin ortadan kalktığı, anlamını taşımaz.
“Sosyal zıtlıkların” çoğaldığı bir ortamda “sol çıkışlar” radikalleşir. Bu benim temel bir teoremimimdir. Türkiye’de “sosyal zıtlıklar” yumuşamış değildir ki, “sol çıkışlar” yumuşasın. Bence (sizin deyişinizle) “köktenci” demeyelim ama, “temel” bir “demokrat-sol-siyaset” izleme zorunluluğu, ülkemiz açısından kaçınılmazdır.
*
Sorunuzun devamında, “ekonomiye” göz atalım:
Bizim açımızdan “devletçilik” bir “araçtır”, “amaç” değildir. Ekonominin “çoğulculaşması” ve “demokratikleşmesini”, önemli sayarız. Şu var ki ekonominin “çoğulculaşıp”, “demokratikleşmesi”; diğer bir deyişle “özgürleşmesi”; ekonominin (maazallah) “liberalleşmesi”, Türkçe deyişle “başıbozuklaşması” özellikle de, “bir” konulunca, “yirmi” alınacak bir “kumar ekonomisine” dönüşmesi, demek, olmamalıdır. Mesele, “ekonomi” sürecinde oluşacak “artı değerin” nasıl yönlendirileceğine, “demokratik” olarak, “kitlelerin”, sahip çıkmasıdır. “Artı değer”, eğer, “halk” yararına “plasmanlara” dönüşmek yerine; “Singapur batakhanelerinde”, “hovardalık” aracı oluyorsa; buna vaziyet ederiz. Bunun gibi, “artı değer”, kamu yararına yönlendirilmek yerine; bilmem kaç milyarlık sünnet düğünlerinde “maytaplaştırılıp” havaya sıkılıyorsa; buna da vaziyet ederiz.
“Toplumcu-demokrat-ekonomiyi” işte kısaca böyle tanımlıyorum; “özgürlüğe” ve “yaratıcılığa” karşı durmayan, “kamu yararına” hiç durmayan, ama “artı değeri” israf etmeyip, “kamu yararına kamuyla beraber” demokratik bir zeminde yönlendirecek “ekonomi” olarak vazediyorum.
*
“Çalışma yaşamına” gelince...
Buradaki ölçülerimiz gayet berraktır:
o “Çalışma hakkı”, kutsal bir haktır. “İşsiz bir insanın”, “çalışma hakkı”, gaspedilmiş, demektir. Her yurttaşın bir “iş sahibi” olması, devletin temel görevidir. Bu, çalışma yaşamına ilişkin birinci ilkemizdir.
o “Çalışan insanın”, “onuruyla” çalışması; çalışırken horlanmaması; “çalışma yaşamına” ilişkin, ikinci ilkemizdir.
o Çalışanın “sigorta ve sendika olanaklarına” kavuşması, üçüncü ilkemizdir. Çalışanın, hak ettiğini “hakça” sağlaması için, “toplu sözleşme” ve “grev” hakkı, bunun berisinde “iş güvencesi” bunun da berisinde “işsizlik sigortası”; çalışma yaşamına ilişkin dördüncü ilkemizin, öğelerini oluşturur.
o Nihayet “emek dünyasının”, “ücret savaşımından” sıyrılarak; genel siyasi kararlarda bir ağırlık kazanıp, toplumda “önderliği paylaşma” aşamasına yücelmesi; çalışma yaşamına ilişkin, nihai bir ereğimizdir.
*
Sorunuz çerçevesinde, şimdi de, “özelleştirmeye” eğilelim.
Az önce ifade ettim. Bizim açımızdan “devletçilik” “amaç” değil “araç” tır. Bu “araç”; ekonomiyi “kamu yararına” yönlendirmemizde, ara ara ya da bazı dönemlerde, gözetilebilir. Şu var ki ekonominin “yaratıcılığı” ve “verimliliği” açısından; “özgürleşmesi”, “çoğulculaşması” ve “demokratikleşmesi”ne, son toplamda, ihtiyaç olduğuna inanıyorum.
Bu bir “genel doğrultu” olmakla beraber, “ereğe” nasıl ulaşılacağı, özünde çok önemlidir. Mesele; zaten iyice palazlanmış birkaç sermaye odağını, daha güçlü kılmak değil; “toplumsal varlığı”, mümkün mertebe, yaygınlaştırmaktır. Bu, ayrıca, “demokrasinin yaşatılmasının” gereğidir. Böyle bir bağlamda; “toplum varlığının” sözde verimlilik adına, az sayıdaki sermaye odağına terk edilmesine, şiddetle karşıyım. Bu çerçeveye girecek, herhangi bir “özelleştirmeye” de karşıyım. Sermayenin “kitlelere” yayılıp, “katılımcı demokratik bir ekonomi” anlayışıyla gerçekleştirilecek bir “ekonomik demokratikleşmeye” ise, tabiatıyla varım.
Buradaki ölçütler nedir ki, çok hassastır. SHP tabanından “özelleştirmeye” yükselen “tepki”, tam da dediğim gibi “toplum varlığının bir avuç sermaye odağına terk edilecek olmasına”, böylelikle de “demokrasinin yaşatılmasının giderek zorlaşacağına” ilişkin yoğun sezgi ve ürpertiden kaynaklanan, “inisiyaki bir tepki”dir. Bunu çok iyi anlıyorum. Böyle bir tepkinin, sonuna kadar yanındayım. Yanındayım çünkü, sağ partiler, örneğin KİT’leri bugüne kadar, zaten istedikleri gibi, kendi çıkarları doğrultusunda tasarruf edegelmişlerdir.Benim anladığım; şimdi bunun (“sağ çevreler”, iktidarı, önceki gibi kontrol edemeyeceklerse), “kurumsallaştırılmak” istenmesidir. Yani, evvelce sağ partiler yönetimindeki ve onlar hesabına çalışan (sözüm ona) “devletçilik”le; şimdi toplumun KİT varlığının “özelleştirmeciliği” arasında, çok bir fark görünmüyor. SHP tabanının özelleştirmeye karşı tepkisi, işte buradan kaynaklanıyor sanıyorum ve ben bu haklı tepkinin yanındayım.
Diğer taraftan sermayenin, “demokrasinin özü” gereği kitlelere “yaygınlaştırılması”; ekonominin “katılımcı yaklaşımlar”la “çoğulculaştırılması”; böyle bir bağlamda “özerkleşme”, “özelleşme” veya daha doğrusu “özgürleşme”ye, “çağdaş-toplumcu-demokrat ölçütler” çerçevesinde (samimi olması, yani kimsesiz yığınların yanında olması koşuluyla) “demokratik bir hedef” olarak bakarım.
4. Türk toplumu, bir açıdan iki grupta gözetilebilir: “Devlet yapısı içinde yer alanlar” ve “bu yapının dışında kalanlar”. Bu iki grup, benzer birçok örneği gibi, tarihimiz boyunca çekişmişler. Kestirmeden ifade edersek “saray-teba” karşıtlığını, sergilemişler. Bunu çok çarpıcı buluyorum. Söz konusu karşıtlığın izlerini hala, ara ara, çok yoğun yaşayagittiğimizi, düşünüyorum.
“Devlet”, devletten nemalananların, böyle bir nema yapısı dışında bıraktıkları üzerinde, bir “baskı aracı” olmaktan, çıkarılmalıdır. Bu açıdan devletin gerçekten, yeniden tarif edilmesi gerekiyor. “Devlet olduğu için halk” değil, “halk olduğu için devlet” olur. Böyle bir “devlet”; hastalıkta, felakette, yurttaşlar arasındaki ihtilafta, yaşamada, bir “güvencedir”. İcraat; bazı grupların lehine, bazı grupların aleyhine gelişebilecektir; ama esas olarak, böyle bir güvencenin yürürlükte kalmasını, sağlamalıdır. Yoksa “devlet”; “devletten maaş alan polisin”; “devletin, halkı kul sayan yapısına başkaldırmış yurttaşa”, yekten işkence edeceği, bir “makine” değildir.
“Saray-teba” karşıtlığına ilişkin izleri, devletten ve toplumdan silmeliyiz.Sizin de işaret ettiğiniz gibi, Milli Güvenlik Kurulu, ve Diyanet İşleri Başkanlığı, dikkate getirdiğim sorun karşısında, her halde ele alınması gereken temel iki örneği oluşturuyor.
“Özgürleşme özlemleri” içerisinde; saraya, saraylılığa, devlete “başkaldırı”, Anadolu’da yüzyıllardır yaşanagelmiş. Buradaki “çelişme” ve sürtüşmeyi” iyi değerlendirmemiz gerekmektedir. Bakın, olayın ilginç bir boyutu şudur. Saray, tarihteki bir çok örnekte yaşanan şekilde “din motifini”, hükümranlığını sürdürmenin bir aracı olarak, ortaya koyuyor. Örneğin bizde, Osmanlı Sarayı, “sünni”. Ezilen halk; kendisini, dinin de arkasına geçerek ezenin, “dinsel üslubunu”, (dinin özünü katiyen reddetmeksizin), reddediyor. Dinin özüne bağlı kalarak kendi “dinsel üslubunu” geliştiriyor. “Alevilik”, yoğunlukla, sarayın dinsel üslubuna karşı “özgürleşme özlemindeki Anadolu halkının dinsel yorumu”, olarak çıkıyor karşımıza.
“Laiklik” adına “dinler ya da mezhepler üstü” kalmaya özen göstermek bir şeydir. Dinler ya da mezhepler tarihindeki gelişmeleri, “ilerici şablonlarla” değerlendirmek ve yargılamak başka bir şeydir.
Sözlerim yanlış anlaşılmasın diye, izin verin iki satır kendimden bahsedeyim.
Ben, nakşibendi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Nedir ki, kendimi bildim bileli, “laik” bir yapıdayım.
Konumuza dönersek, “laiklik”, dikkate getirmeye çalıştığım düşünce çerçevesinde; yalnızca; “dinleri, mezhepleri hiç söz konusu etmemek” değil; bu arada örneğin; bir dinsel üslubun, özellikle de “saray dinsel üslubunun”, buna karşı “ilerici bir reaksiyon” olarak gelişmiş. “Anadolu halkının dinsel üslubuna”, hükümranlığını sürdürmek üzere “ezici bir baskı uygulamasına karşı çıkmak” da olmalıdır.
Kabul etmek gerekir ki Diyanet İşleri Başkanlığımız, sözünü ettiğimiz “dinsel üslup çatışmasında”, daha doğrusu Saray-Anadolu halkı sürtüşmesinde; son tahlilde “halka” karşı “Saray”ı temsil etmeye, sıkışmaktadır. Her türlü inanca ve üslup yönelişine, derin bir saygıyla ifade ediyorum; söz konusu “güncel devlet anlayışına” karşı olmakla, “baskıcı bir saray anlayışına” karşı olmak, bir bakıma aynıdır.
Milli Güvenlik Kurulu olgusunu da, doğrusu, aynı bir bağlamda görüyorum. “Hükümet ya da Meclis; üniversiteye, bürokrasiye yahut Genel Kurmay’a hiç danışmamalıdır”, diyemeyiz. Şu var ki, kendini; “soyut”, “kutsal” bir devletin, bekasını, sağlamakla yükümlü tutan; Devlet Güvenlik Mahkemesi, Yüksek Hakem Kurulu, Basın Sansür Kurulu, Yükseköğretim Kurulu, ya da Güvenlik Kurulu gibi herhangi bir “organı”, bir de geniş kitlelerin mutsuzluğuna karşın, tanımlayabilememeliyiz.
*
Toplumumuzda, kısaca, daha hala, Osmanlı Sarayı – Anadolu halkı karşıtlığı yaşanmaktadır. “Devlet”; ara ara “bünyesinde nemalananlar”la, “içinde olmayan” yahut “içine almadıkları”na karşı bir “kale” gibidir. Bu açıdan, yalnız “bünyesinde nemalananlar”a dönük ve “halka rağmen” bir görüntü, sergilemektedir. Devleti, “tüm halkın devleti” ve “halk için, halkın güvencesi” kılma zorunluluğu, vardır.
5. Bu sorunun cevabına epeydir çalışan bir düşünürüm. SHP’nin, özellikle “nüfus ve göç patlaması” sebebiyle, bu arada 12 Eylül 1980 kesintisine bağlı olarak, üstüne oturması gereken “sosyal zemini” hızla kaybetmeye koyulduğunu, taa ne zamandır söylüyorum. Partimizde bu açıdan, “kentlerdeki yerleşik ilerici dinamikler”le, “kentlileşmeye çaba sarfeden ilerici göçer dinamikler” arasında, bir sürtüşme yaşandığını hanidir teşhis etmiş, yazmış, dikkate getirmiştim. Bu çerçevede yazdığım yazılar, okurun hatrında olabilecektir. Özellikle, CHP’nin SHP’den kopması olayı; iyice öncesinden başlayarak, salt bir “hizip olayı” değildi. Değindiğim “sürtüşmeden” kökler alıyordu. “Hizipsel boyutları” yok muydu; tabii vardı. Ama sırf hizipsel bir çekişmeden ibaret değildi. Olayın sosyopolitik kökenleri, bir türlü görülmek istenmedi.
Olay, yalnızca, büyük kentlerdeki SHP dinamiklerini de ilgilendiriyor, değildi. Tüm “kıyı koridorumuzda”, yaşanmaktaydı. Ayrıca kıyı koridorumuzdaki yerleşim birimlerine Anadolu’dan intikal eden dinamiklerin “akrabalık ilişkileri” itibariyle, SHP bazında tüm ülkeyi ilgilendirmekteydi. Bütün bunlar maalesef, yeterince, tahlil edilemedi.
SHP’nin; ülkemizde yaşanan “insan hareketleri”, gözönüne alınırsa; öncelikle, “kentlerde yerleşik ileri dinamikler”le, “kentlileşmeye çabalayan ilerici göçer dinamikler”in “omuzdaşlığına”, yaslanması, gerekmektedir. Bunu bir biçimde “tüzüksel bir güvenceye” raptedebilmeliyiz. Bu dediğim, yalnızca büyük kentlerimiz, yahut kıyı koridorumuzdaki yerleşim birimleri için, önem taşımıyor. Örneğin Diyarbakır için de, önem taşıyor. Çünkü iç göç, orayı da ilgilendiriyor. Diyarbakır içinden Ankara’ya, İstanbul’a, İzmir’e göç oldukça; Diyarbakır çevresinden de Diyarbakır içlerine göç oluyor. Böyle bir çerçevede, kentlere “önden gelenler”le “arkadan gelenler” biteviye ve “kabuk kabuk” ayrışıyor ve siyaseten çatışıyorlar. Burada toplumumuzun “ilerici motorunu” yakalayıp, partiyi ona göre yapılandırmak (yukarıda da açıkladığım gibi), fevkalade önem taşımaktadır.
Soyuta dayalı ideoloji, soyut parti, soyut tüzük, soyut program olmaz. Siyaset insanlarla oluyor!
“Söylediğimiz” tabii önemli. Ama “yaptığımız” daha önemli. Yaptığımızı “kiminle” ve “kimin için” yaptığımız, daha da önemli.
SHP’nin, böyle bir açıdan, hangi “sosyal omuzdaşlıklar” üzerine oturması gerektiğini tanımlayıp, kurumsallaştırması gerekiyor. Yoksa küçülürüz, ya da işte böyle kalırız.
Anımsatmadan geçemeyeceğim.. İçimizden CHP’ye gidenler; CHP’nin “küçücük” kalacağını bilseler, hiç bizi bırakıp giderler miydi? İçimizden CHP’ye gidenlerin, gitmesini isteyenler; hiç onlarsız kolaydan büyüyemeyeceğimizi öngörseler, gidenlerin gitmesini (tıpkı gidenler gibi) “tasfiyeci bir mantıkla”, gözlerler miydi?
Burada şunu vurgulamak isterim:
CHP’ye gidenlerle “siyasi akrabalık” içersinde olup, SHP’yi CHP için bırakmayanlar; sözünü ettiğim omuzdaşlıkları; bir bakıma, “tılsımlı ilerici toplumsal kıvamı”, sezinleyip; buradaki işlevlerini, devam ettirme yolunu seçmişlerdir. Onları kutluyorum. Partinin bütünlüğünde; ötesi, solun bütünlüğünde; daha da ötesi, ülkenin bütünlüğünde; temel bir “misyonu”, gerçekleştirmiş olmaktadır.
Bu sözlerimle; partinin üstüne oturması gereken “ilerici sosyal zeminin” yeniden tanımlanıp, burada yapılanmamız ve kurumsallaşmamızın; güncel en önemli bir meselemiz olduğunun, altını çizmek istiyorum. Bu konudaki düşüncelerimi okur, çeşitli yazılarımdan anımsayacaktır. Bu çerçevede ekteki yazılarıma da başvurulabilir.
Söz konusu çalışmalarımızın yalnız “Türk Solu”na değil; “Dünya Sol Literatürü”ne de bir katkı olduğuna ilişkin övüncü; düşüncelerimizi beraberinde geliştirdiğimiz SHP örgütleri, o arada değerli okurla, paylaşmak isterim.
Son Yorumlar